9 Kasım 2017 Perşembe

ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI VE HEKİMLER


Sağlığı, 1935’ten sonra bozulmaya başladı. Bu kez görülen, eski hastalıklarından birinin depreşerek onu yeniden rahatsız etmesi değil, dış görünüşüne yansıyan genel bir çöküntüydü. Kendini güçsüz hissediyor, çabuk yoruluyor ve eski verimiyle çalışamıyordu. Ten rengi hızla solmuş, yüz hatlarında derin kırışıklıklar oluşmuştu. Onda pek görülmeyen bir yorgunluk ve bu yorgunluğa bağlı bir bezginlik görülüyordu. Ancak, belirtilere karşın, rahatsızlığının nedeni karaciğer hastalığı bir türlü saptanamıyordu. Tanı gecikmesini ve yanlış tedaviyi anlamıştı. İsviçre’de okuyan Afet İnan’a gönderdiği mektupta, “bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri nedeniyle hastalık durmamış, ilerlemiştir” diyor; İsmet İnönü’ye “İsmet, hastalığım çok daha önce bana bütün ağırlığıyla anlatılsaydı, o zaman işin başında, tam başında önlemini alırdım. Bu noktaya getirmezdim. Bana yeterince anlatılmadı, gerçekler gizlendi” diye serzenişte bulunuyordu. Fransa’dan getirilen, Prof. Dr. Frank Fiessinger, kendisini hayrete uğratan bir gerçekle karşılaşıyor, “Atatürk’e o güne dek hiçbir kan tahlili yapılmadığını” görüyordu.(x)

Sayrılık (Hastalık) ve Hekimler

1935 Şubat’ında, Çankaya’da bir akşam, herhangi bir öneri olmadan, Dr.AsımArar’dan kendisini muayene etmesini istedi. Hekim denetiminden pek hoşlanmadığı ve zorunlu kalmadıkça hekime başvurmadığı bilindiği için, bu istek, yakın çevresini şaşırtır.1 1935 Temmuz başında, aynı isteği yineler ve Florya’da nezaket ziyaretine gelen Dr.Neşet Ömer İrdelp’den, kendisini muayene etmesini ister.2
Dört ay arayla gelen muayene istekleri, kendisini iyi hissetmediğini ve doktora başvurmasını gerektirecek kadar bir sıkıntısının olduğunu gösteriyordu.3 Sabahları, dinlenmemiş olarak kalktığından, soğuğa karşı direncinin azaldığından ve renginin giderek solduğundan4 yakınmaktadır. Hekimler, birbirine benzer yargılarda bulunur. Dr. İrdelp; kalbinde, karaciğerinde ve böbreklerinde olağanın dışında bir şey olmadığını söyler, halsizliği için ağrı kesici tabletler verir.5

Yakınmalar Sürüyor

Yakınmaları, 1936 ve 1937’de artarak sürdü. İştahı azalmakta ve kilo yitirmektedir. Yürüyüşü sevmesine karşın, çabuk yorulduğu için yürümeyi bırakır. Ayaklarda kaşıntı, burun ve diş etlerinde kanamalar başlar. Ankara Numune Hastanesi Deri Hastalıkları Şefi Prof.Alfred Marchionini’nin, kaşıntı için verdiği ‘merhem ve solüsyonlar’ yararlı olmaz.6
Kaşıntılardan ve kaşınmak zorunda kalmaktan çok rahatsızdır. Soruna, ‘Çankaya’yı basan karıncaların’ neden olduğu düşünülür. Milli Savunma Bakanlığı Zehirli Gaz Şubesi Müşaviri Dr.Nuri Refet Korur’a danışılır. Yurt gezisine çıktığı bir dönemde, Köşk, ‘gemilerde fare öldürmek için kullanılan Cyclon B adı verilen bir siyandrik asit gazıyla’ ilaçlanır. İlaçlamayı, Yavuz Zırhlısından uzman bir ekip yapar.7

Saptanamayan Hastalık

1937 Nisan sonu ve Mayıs başındaki yalnızca üç hafta içinde, altı kez, Ankara Numune hastanesine gitti. Ancak, rahatsızlıkların nedeni belirlenemediği için, ne burun kanamalarına ne de kaşıntıya çare bulundu.
Belirtilere karşın, rahatsızlıkların ana nedeni karaciğer hastalığı bir türlü saptanamıyordu. Burun kanaması nedeniyle kimi toplantılara geç gidiyor ya da gidemiyordu. Bu durum, zamana ve sözüne sadık bir kişi olarak onu sıkıyordu. Balkan Devletleri diplomatlarına, Çankaya’da verdiği davete, üst katta olmasına karşın, kanama durdurulamadığı için oldukça geç gelebilmiş ve büyük üzüntü duymuştu. Hatay sorununu çözmek için gittiği Mersin’de, yemekte ard arda üç kez burun kanaması geçirmişti.

Tanı Konuyor; Siroz

Termal koşulların yararlı olacağını düşünerek, 21 Ocak 1938’de Yalova’ya gitti ve yeni açılan otelin ilk konuğu oldu. Kaplıca Doktoru Nihat Reşat Belger’i çağırarak, kaşıntılarına bir çare bulmasını istedi. Kapsamlı bir muayeneden sonra Dr.Belger karaciğerdeki sorunu saptadı ve sayrılığa gerçek tanıyı koyan ilk hekim oldu; “Karaciğer büyümüş ve sertleşmiştir. Kaşıntının ve kanamaların nedeni, süreğen (kronik) karaciğer hastalığına bağlı sirozdur” dedi.8
Tanı, o güne dek böyle bir durumun olasılığından bile söz edilmediği için, beklenmeyen bir durumdu. Her zamanki gerçekçiliğiyle, “şimdi ne yapacağız” der.9 Özel hekimi Dr.Neşet Ömer İrdelp Yalova’ya çağrılır. Tanıya o da katılır. Oysa, her iki hekim de daha önce yaptıkları muayenelerde, böyle bir tanı koymamıştı. Dr.Belger, “sekiz ay önce yaptığım muayenede, siroza ait hiçbir belirti görmemiştim” diyecektir.10

Geç Gelen Tanı

Siroz’ un niteliği ve somut belirtiler göz önüne alındığında, tanı koymada geç kalındığı açıktı. Atatürk’ün hekimleri arasında yer alan Dr.Asım Arar, 1953’de Dünya Gazetesi’nde yayımlanan yazısında, “Atatürk’ün ölümcül hastalığını, 1936 sonlarına dek götürmek yanlış olmaz” der ve şu açıklamayı yapar: “27 Şubat 1938’de (Reşat Belger’in tanısından bir ay sonra y.n.) işin kötüye gittiğini, büyük bir ihtimalle karaciğer sirozu başlangıcı, hatta daha ileri bir aşamasıyla karşı karşıya olduğumuza hükmettim. O günden altı ay önce, kaşıntıların karınca istilalarına bağlandığı, kanamaların sıklaştığı dönemlerde de bu kuşkuya kapıldım, düşüncelerimi gerekenlere açtım. Ancak, Atatürk’ün yakınında bulunan yetkili kişiler, böyle bir olasılığın bulunmadığını söylediklerinden, daha ileri gidememek durumunda kalmıştım... Atatürk’ü tedavi eden doktorların hiçbiri, onu tıbbın gerektirdiği gibi inceden inceye muayene etme cesaretini gösterememişti. En büyük hocalarımız bile, sıradan bir hasta için yaptıkları özenli muayeneden çekiniyorlar ve Atatürk’ün karşısında ezile büzülüp, hiçbir şey söylemiyorlardı”.11
Falih Rıfkı Atay, geç tanı konusunda yıllar sonra; “yirminci yüzyılın en büyük milli kahramanı, milletin elinden, bir büyük deha, insanlığın elinden gidiyordu... Her zaman yanında bulunan hekimlerin, bunca belirti ve genel çöküntüye dikkat etmediklerini ve hepsini pek basit birer nedene bağlayarak geçiştirdiklerini, doğrusu hala anlayamıyorum” der.12
Aynı kanıda olan Ruşen Eşref Ünaydın ise, bu konuda; “sağlık durumunun bozulma nedeninin belirlenmesinde bu kadar geç kalınmış olması, Atatürk’ün bu önemli hastalığında karşılaştığı ilk büyük talihsizlik olmuştur” diyecektir.13

Bedensel Sağlık

Sağlık sorununun büyüklüğüne karşın, 8 Kasım 1938’deki son komaya dek çalışmayı sürdürdü. Savaş ve gerilimli mücadelelerle dolu, çok güç bir yaşamın içinden geliyordu. Beden sağlığı, hiçbir zaman iyi olmamıştı. Yıpratıcı etkisini uzun yıllar taşıdığı Sıtma’ya, henüz 16 yaşındayken Askeri Lise’de yakalanmıştı.14 Trablusgarp’ta gözlerinden, Dünya Savaşı’nda böbreklerinden rahatsızlanmıştı. 1918’de Karlsbad’da (Avusturya) hastaneye yatmış, 1920’de Binbaşı Dr.Refik (Saydam), dalak büyümesi tanısı koymuştu. 1923 ve 1927’de iki kez kalp krizi geçirmişti.15
Siroz’u inceledi, niteliğini ve ölümcül etkilerini çabuk öğrendi. Ölüm onun için yabancısı olmadığı, yaşamı boyunca yanında taşıdığı ve her an gerçekleşebilecek güçlü bir olasılıktı. Ölümden hiçbir zaman korkmamıştı. “Ölümü istemek cesaret değildir, ama ölümden korkmak ahmaklıktır”16 diyor; ölümü, üzerindeki bir borç gibi gördüğü vatan mücadelesi için, kolayca göze aldığı sıradan bir olay gibi görüyordu.

Çalışmayı Bırakmıyor

Öleceğini anlamış olmasına karşın, azalmış gücünün sınırlarını zorlayarak çalışmalarını sürdürdü. ‘Görevinin üzerine titriyordu’.17 1938 yazında Savarona’da; Hatay sorunu ve yaklaşan savaş gibi, ülkenin ivedi sorunlarının görüşüldüğü, her biri dört beş saat süren Bakanlar Kurulu toplantılarına başkanlık etti.18
Sürekli bir güç yetmezliği içinde olmasına karşın, gerçekleştirmek için sağlıklı bir insanın bile zorlanacağı işler yaptı. Sirozun belirlendiği 23 Ocak 1938’den, son ve kesin komaya girdiği 8 Kasım’a dek geçen dokuz ayda; yurt ve kent içi 16 gezi ve ziyaret, yerli yabancı 55 kabul, 6 toplantı yaptı. Yine, yerli yabancı 21 kişi ve kuruluşa değişik konularda yazılı ileti gönderdi.19

“Güzel Gece”

Tanı koyulduktan iki hafta sonra, önem verdiği iki fabrika açılışı için; Gemlik ve Bursa’ya gitti. Gemlik’te, (1 Şubat 1938) Gemlik Yapay İpek Fabrikası’nı; Bursa’da, “milli sevinci arttıracak çok değerli bir eser” dediği, Bursa Merinos Fabrikası’nı açtı (2 Şubat 1938).20
Bursa Merinos’u açtığı gün kendini biraz iyi hissediyordu. Akşam, Fabrika’da düzenlenen baloya katıldı ve burada zeybek oynadı. Eski devingenliği yoktu ama neşeliydi. Bu, katıldığı son açılış ve balo olacaktı.
Fabrika’nın teknolojik niteliği ve iyi düzenlenmiş çevresinden mutluluk duymuştu. Bahçede yürümek istedi, ancak gücü yeterli değildi. “Arabayı getirin üşür gibi oluyorum” diyerek arabaya bindi ve yaveri pencereyi kaparken, yavaşça “ne güzel geceydi” dedi.21

Akciğer Yangısı

Dolmabahçe’ye döndüğünde bitkindi. Yeni bir hastalık ortaya çıktı. Karaciğerdeki bozulmayı hızlandıran ve bir akciğer yangısı (iltihabı) olan zatürre olmuştu. Zatürre atlatılarak akciğer kurtarılır ancak karaciğerin yetmezliğe gidişi önlenemez.
25 Şubat’ta Ankara’ya döndü, aynı gün Balkan Paktı toplantısı için Türkiye’ye gelen yabancı ülke yetkilileriyle görüştü. Yunanistan Başbakanı Metaksas, Yugoslavya Başbakanı Stoyadinoviç ve Romanya Dışişleri Müsteşarı Comnen’i ayrı ayrı Çankaya’da kabul etti. 27 Şubat’ta Pakt üyesi diplomatlara bir ‘çay daveti’ verdi; bir gün sonra yabancı gazetecilere açıklamalar yaptı.22

Yabancı Hekimler

Genel durumu hızla bozuluyor, sıkıntıları sürekli artıyordu. 15 Mart’ta, yurtdışından hekim getirilmesi konu edildiğinde; “ne yaparsanız yapın ama çabuk yapın, ben hastayım” dedi.23 Oysa, aynı öneriyi üç hafta önce “ortada Hatay sorunu var, hastalığım dışarda duyulursa iyi olmaz” diyerek reddetmişti.24
Hükümet, Paris Tıp Fakültesi’nden Prof.Dr.Frank Fiessinger’in çağrılmasına karar verdi. 28 Mart’ta Türkiye’ye gelen Fiessinger’in tanısı aynıydı. Fransız hekim, kendisini hayrete uğratan bir gerçekle karşılaşmıştı. ‘Atatürk’e o güne dek hiçbir kan tahlili yapılmamıştır’.25 Elde, yalnızca birkaç idrar raporu vardır. Nedenini sorduğunda, “Atatürk’ten kan almaya çekindik” yanıtını alır.26

Vasiyetini Yazdırıyor

15 Eylül’de vasiyetini yazdırdı. Tek yasal mirasçısı, aslında kız kardeşi Makbule Atadan’dı. Ancak, 19 Mayıs 1932’de kendi isteği üzerine, 2307 sayılı özel bir yasa çıkarılmıştı. Bu girişimle, Medeni Kanun’da yer alan, mirasçıların haklarını isteğe bağlı olmaksızın koruyan ‘mahfuz hisse’, Atatürk için kaldırılmış, böylece aile üyeleri ve akrabaları, kişisel mirasından yararlanamaz duruma getirilmişti.
2307 sayılı Yasa’ya göre, mirasını dilediği gibi dağıtacaktı. 11 Haziran 1937’de hazırlattığı ilk vasiyette, Türk tarımına örnek olsun diye işlettiği çiftliklerini ve diğer taşınmazlarını millete bırakmış; bu davranışı nedeniyle, ‘Millet ve Meclis adına’ kendisine teşekkür telgrafı gönderen Başbakan İsmet İnönü’yü; “söz konusu armağan, yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm armağan karşısında hiçbir değere sahip değildir. Ben gerektiği zaman, en büyük armağanım olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim” sözleriyle yanıtlamıştı.27

Duygulu Anlar

On beş yıl boyunca her yıl, özenle hazırlandığı 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın on altıncısı, o, bu durumdayken kutlanacaktı. Törenlere katılamayacağı belliydi, bu nedenle üzüntülüydü. Yardım alarak ve güçlükle yapabilmesine karşın, “giyinmiş, traş olmuş, bakımlı ve saygılı” bir durumda odasından dışarı bakmaktadır.
Elinde, Türk Ordusu’nun değişik törenlerde çekilmiş fotoğrafları vardır. Bunlara uzun uzun bakar ve “silahlarımızı kendimiz yapmamız gerek. Uçaklarımızı, tanklarımızı, hepsini. Aksi halde bir savaş sırasında, topsuz tüfeksiz dövüşmek zorunda kalırız. Ulusal savaş sanayii kurmalı ve bu alanda da bağımsız olmalıyız” der.
Daha sonra derin bir nefes alarak burukluk içeren bir ses tonuyla şunları söyler: “Bu kez bensiz kutlayacaklar. Oysa, törenlere katılmayı o kadar isterdim ki. Çocuklarımızı görmeyi, modern araç gereçle donanan ordumuzun geçişini görmeyi isterdim. Bayrağımızı da özledim. Onun şöyle anlı şanlı dalgalanıp göklerle bütünleşmesini çok özledim...”28

Ağaca ve Yeşile Özlem

O günlerde, yaşamı boyunca canlı tuttuğu ağaç ve yeşillik özlemi öne çıkmıştı. Sıkça, doğal yaşamın güzelliklerinden söz ediyor, “bir dağda, bir orman içinde, sıradan küçük bir evde sakin bir hayat” istediğini söylüyordu.
Odasında, kendisine daha önce armağan edilen, orman ve akarsuları gösteren bir tablo vardır. Gözleri sık sık bu tabloya takılıyor, ‘güçlükle, ama içten gelen bir hasretle’ ormana duyduğu özlemi anlatıyordu.29

Askeri Öğrenciler

Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri, Cumhuriyet Bayramı törenlerden dönerken, boğaz vapurunu Dolmabahçe önüne getirmişler, İstiklâl Marşı ve Gençlik Marşı’nı söyleyerek, onu selamlamaktadırlar. Dışarda, coşkulu ve içten büyük bir sevgi gösterisi vardır. Ses tonuna yansıyan bir hüzünle, yanındakilere şöyle der: “Bugünü halkımla, halkımın içinde kutlamak isterdim. Beni Cumhuriyet Bayramı’nda halkımdan uzak tutan bu hastalığa lânet ediyorum. Bana gelecek bayramlardan söz etmeyin. Hatta gelecek aydan da söz etmeyin. Ekim ayını çıkarabilirsem bile, Kasım’ı çıkarabileceğimi hiç sanmıyorum”.30
Yüzü her zamankinden daha solgun, elleri balmumu rengini almıştır. Gözlerinin çevresi “mor halkalarla çevrili birer kuyu” gibidir.31 Gençlerin coşkusu giderek artmış, gösterileriyle “yer ve göğü inleterek” onu görmek istemektedirler. Dr.Neşet Ömer ve Zeki Bozok’a, “duyuyor musunuz? Bunlar bizim gençlerimiz. Cumhuriyet’i emanet ettiğimiz gençlerimiz. Ne gür sesleri var. Öyle bir nesil yetişiyor ki, bu neslin heyecanı, yurt ve bayrak aşkı köreltilmeyecek olursa, dünyanın en mutlu ülkesi, biliniz ki, Türkiye olacaktır” der ve gençleri görmek, onlara el sallamak için hazırlanmasını ister.32

Ölümsüzlük

10 Kasım’da son nefesini verdiğinde; arkasında 57 yıllık bir yaşam, bu yaşama sığdırılan görkemli bir devrimci eylem ve tarihin gördüğü en büyük yenileşme hareketini bıraktı. Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türk ulusu için anlamı; özgürlükle tutsaklığın, varlığını korumayla yok olmanın ya da gönençle yoksulluğun, en yalın ve en belirgin ayrımıydı. Yaşam direncini yitirmiş kabul edilerek, yok edilmek istenen büyük bir ulusu, ayağa kaldırmış, onu eskiden gelen ve değişime açık yeni değerlerle adeta yeniden yaratmıştı.
Elli yedi yıllık yaşamın 26 yılını asker ocağında, bunun da 11 yılını cephelerde savaşarak geçirmişti. Türk Ordusu’na bağlılığı ve ona duyduğu güven her şeyin üzerindeydi. Türk ulusunun orduya duyduğu saygı ve güveni biliyor, kuruluşunun her aşamasına emek verdiği ulusal ordunun savaş gücüne ve yenilikçi niteliğine büyük önem veriyordu.
Bu nedenle olacak, yaşamındaki son bildirimi Ordu’ya yaptı; ondan, “Türk vatanı ve Türk topluluğunu, iç ve dış tehlikelere karşı korumasını” istedi; 29 Ekim 1938’de doğrudan Ordu’ya seslenen iletisinde şunları söyledi: “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihiyle başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu! Ülkesini, en bunalımlı ve zor anlarında, zulümden, felaket ve sıkıntılardan ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan, Cumhuriyet’in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve araçlarıyla donanmış olduğun halde, görevini aynı bağlılıkla yapacağından hiç kuşkum yoktur... Türk vatanının ve Türklük topluluğunun şan ve şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikeye karşı korumaktan ibaret olan görevini, her an yerine getirmeye hazır ve amade olduğuna, benim ve büyük ulusumuzun tam bir inanç ve güvenimiz vardır... Bu kanıyla; kara, deniz, hava ordularımızın kahraman ve deneyimli komutanlarıyla subay ve erlerini selamlar, takdirlerimi bütün ulus önünde açıklarım. Cumhuriyet Bayramı’nın, on beşinci yıl dönümünüz kutlu olsun”.33

DİPNOTLAR

(X)    “AtatürkHakkındaHatıralarveBelgeler”A.İnan,3.Bas.,1981,sf.21.“İşin Aslı Astarı ”Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet, 21 Mayıs 1992; ak.Dr. Eren Akdemir, a.g.e. sf.242 ve “Ord. Prof. Dr. E.Frank’ın Türkiye’ye Gelişi, Atatürk’ü Muayenesi ve İsmet Paşa’nın Yardımı Hakkında Kendi Beyanına Dayanann Anekdotlar” Şişli Çocuk Has. Tıp Bülteni, 24.04.1989, sf.609; ak. Dr. Eren Akçiçek, a.g.e. sf.188

1       “Son Günlerinde Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-22; ak. Dr.ErenAkçiçek, “Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü” sf. 177
2       “Son Günleri” Kılıç Ali, İst.-1955, sf.10; ak. a.g.e. sf.178
3       a.g.e. sf.10
4       “Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü”, Dr.ErenAkçiçek, Güven Kit., İzmir-2005, sf.178
5       a.g.e. sf.178
6       “Atatürk’ten Hatıralar-2” Hasan Rıza Soyak, İst.-1973, sf.720
7       “Son Günlerinde Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-28
8       “Atatürk’ün Hastalığı, Profesör Dr. Nihat ReşadBelger’le Mülakat” R. Eşref Ünaydın, Ank.-1959, sf. 10-11; ak. Dr.ErenAkçiçek; a.g.e. sf.182
9       Cumhuriyet, 26 Kasım 1938; ak. a.g.e. sf.183
10     a.g.e. sf.183
11     “Hastalığı ve Ölümü” Asım Arar, Dünya Gazetesi, 10 Kasım 1953; ak. Dr.ErenAkçiçek, a.g.e. sf.239
12     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.543
13     “Atatürk’ün Hastalığı, Profesör Dr. Nihat ReşadBelger’le Mülakat” R.E.Ünaydın, Ank.-1959, sf. 11-12; ak. Dr.ErenAkçiçek; a.g.e. sf.183
14     “Makbule Atadan Anlatıyor, Ağabeyim Mustafa Kemal” Şemsi Belli, Ank.-1959, sf. 62; ak. Dr.ErenAkçiçek, a.g.e. sf.143
15     “Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.ErenAkçiçek, Güven Kit., İzm.-2005, sf.155 ve 159
16     “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., sf.490
17     a.g.e. sf.490
18     a.g.e. sf.491 ve “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.UtkanKocatürk, İş Bank. Yay., sf.387 ve 388
19     “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-398
20     “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381
21     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.547
22     “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-393
23     a.g.e. sf.384
24     “Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.ErenAkçiçek, Güven Kit., İzm.-2005,  sf.189
25     “Ord.Prof.Dr.E.Frank’ın Türkiye’ye Gelişi, Atatürk’ü Muayenesi ve İsmet Paşa’nın Yardımı Hakkında Kendi Beyanına Dayanan Anekdotlar” Şişli Çocuk Has.Tıp Bülteni, 24.04.1989, sf.609; ak. Dr.ErenAkçiçek, a.g.e. sf.188
26     a.g.e. sf.188
27     “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü”Prof.UtkanKocatürk, İş B.Kül.Yay,. sf.373
28     “Atatürk’le Bir Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kitap, İst.-1994, sf.292
29     “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, III.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.553
30     “Atatürk’le Bir Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kit., İst.-1994, sf.302-303
31     a.g.e. sf.302
32     a.g.e. sf.304
33     “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III”, III.Cilt, Atatürk Araş.Merk. 5.Baskı, Ank.-1997, sf.331



9 yorum:

  1. Çok güzel bir yazı olmuş okurken çok duygulandım. Ancak Atatürk"ün, doktorların "kan almaya çekinecekleri" kadar sert biri olduğunu düşünmüyorum. Ülkenizde böyle bir adam bırak hastalanmayı kılına zarar gelse tüm tetkikler, kontroller yapılmalı. Tabi o zamanın şartları daha farklıydı ancak gene de doğru teşhis ile Atamız bu lanet hastalığın kurbanı olmayabilirdi saygılarımla

    YanıtlaSil
  2. Katkın için teşekkürler Sevgili Ahmet.

    YanıtlaSil
  3. Bir Dr. bilime inanır. Bilime inanan bir dr. gerçekleri görür, görmeye çalışır, araştırır. Bilime inanan bir Dr, bir konudaki tahminlerini kesin yargı olarak bildirip, tedaviye geçemez.

    YanıtlaSil
  4. bir hekim birşeyden şüphelenirse başka bir hekimden fikir alır ve kan tahlili yapılamamaş çekinilmiş bu nasıl bir yaklaşım atam bana yardım edin hastayım diyor, bana hiç ikna edici bir mazeret gibi gelmedi

    YanıtlaSil
  5. Her zamanki gibi sade, anlaşılır ifade; değişik kaynakların karışımı ve mükemmel sonuç.

    YanıtlaSil
  6. Burda kalleş bir oyun var üç yılda hiçbirşikayetine çare olmayan tanı bile koymayan irdelp ve belger suçludur üzeeine isviçreden yahudi fiessinger getirilmiş boşuna aylarca acı çekerek sonunda vefat ettirilmiş bunu anlamamak için ahmakolmalı daha 57 yaşındaydı özellkle beni Türk hekimlerine emanetedin dediği insanlar ne yazık onu katlettiler!!!!

    YanıtlaSil
  7. Öyle anlaşılıyor ki Atatürk umuz bile bile ölüme terkedilmiş.Herkes suçlu!!!

    YanıtlaSil
  8. Sn. Metin Aydoğan yazılarınızı her gün takip ediyorum ve birçok konuda bize yol gösterdiğiniz için teşekkür ediyorum. Bu yazınızı da okurken gerçekten duygulandım. Ne yazık ki bugün Atatürk için vatan haini, dinsiz v.b. diyenlerin onu kötüleyenlerin sayısı arttıkça daha da kahroluyorum. Sizin de dediğiniz gibi 57 yıllık yaşamın 26 yılını asker ocağında, bunun da 11 yılını cephelerde savaşarak geçirmiş birine şimdilerde klavye başından kalkmayan ve 3 kuruş için yapmayacağı kalmayan insanların dil uzatması artık sonun başlangıcının geldiğini gösteriyor. Sanırım Osmanlı devletinin son dönemlerinde ki devlet ocak içindir anlayışı geri geliyor.

    YanıtlaSil
  9. Tarihte bir eşi daha bulunmayan liderdi Atatürk ve böyle bir kahramanı bile bile ölüme göndermişler, böylesine önemli bir şahsiyetin kan tahlilinin bile yapılmamasının başka bir açıklaması olabilir mi.. Merak ettiğim bir konu daha var; okuduğum bir yazıda, hasta olduğu son dönemlerde İnönü'yü yanına çağırmış ama o gitmemiş, daha sonra neden gitmediği sorulduğunda ''korktum'' demiş.. İnönü neden korkmuş, en yakını diye bilinen İnönü, bırakın çağırıp da gitmemesini, O'nun bütün tedavileriyle yakından ilgilenmeli ve O'nu gözünden bile sakınmalıydı, fransız yahudisi doktora teslim ettiklerinde, kendi doktorunu bir daha yanına yaklaştırmamışlar, tabii bunlar o yazıda okuduklarım, gerçek olduğunu düşünüyorum ama kesin emin değilim.. Fakat şimdi sizin yazınız da bana, O koca çınarı nasıl kahpece devirdiklerini çok açık anlatıyor.. Çok teşekkürler Metin bey, şu bilgi açlığımızda bizim için öyle değerli ve önemlisiniz ki, kurumaya yüz tutmuş çiçeğe dökülen su gibi bizleri diriltiyorsunuz.. Bu sözlerimin gerçekliğini hepimiz biliyoruz.. Saygılar.. Seher Nigar

    YanıtlaSil