7 Mart 2017 Salı

8 MART KADINLAR GÜNÜ VE CUMHURİYET



8 Mart, Türkiye’de de “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanıyor. Kimi kuruluşlar halkın ilgisini çekmeyen etkinlikler düzenliyor. “Kadına şiddetten”, “emekçi kadınlardan” ya da “kadının kurtuluşundan” bolca sözediliyor ancak yabancıların “tarihte eşi olmayan olay” diye tanımladığı Türkiye’deki “kadın Devrimi’nden” ve yaratıcısı Mustafa Kemal Atatürk’ten sözedilmiyor. Oysa, kadınlar bugün sahip oldukları hakları, tümüyle ona borçludur. Atatürk; kadını kendi yaşam ortamında tutsak eden tutucu kurallar ve yaşamla çelişen önyargılar ortadan kaldırılmadıkça, Türk ulusunun da tutsaklıktan kurtulamayacağına inanıyordu. Kadın özgürlüğünün kişisel boyutunu insan onuruyla; toplumsal boyutunu ise, uygarlık gelişimiyle ilgili bir sorun olarak görüyordu. Kadını özgürleştirmemiş bir toplumun gelişemeyeceğini söylüyor; “güç ve yetenek sahibi anne yetiştirmek, bunun içinde kadını özgürleştirmek zorundayız” diyordu.


Osmanlı’da Kadın

Osmanlı İmparatorluğu’nda kadın, yaygın ve etkili bir tutuculuğun baskısı altındaydı. Toplumsal yaşamın her alanında, engellemeler ve yasaklamalarla dolu bir yaşam sürüyordu. Neredeyse bir tutsağa dönüştürülmüştü.
Miras hakkı sınırlıydı. İki kadının şahitliği, bir erkeğin şehitliğine denk sayılırdı. 18.Yüzyılda, “kadının belirlenen günler dışında sokağa çıkması yasaktı”. Erkeğin birden fazla kadınla aynı anda “evli” olma hakkı vardı. Bu “hakkın” kullanımı, sarayda ve kimi varsıl kesimlerde, büyük sayılara varıyor; bir erkek, onlarca, hatta yüzlerce kadınla birlikte yaşıyordu. Abdülmecid’in (1823-1861) sarayında 800, Abdülaziz’in sarayında (1830-1876) ise 400 kadın vardı.
Vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarında, kadınların oturabileceği yerler, perde ya da kafesle ayrıldığı için, koca karısıyla birlikte, aynı yerde oturamazdı. 1910 yılında, kadının kocasıyla bile olsa otelde kalması yasaktı. “Ahlak ırza, ırz kadına indirgenmişti”.
Kadınların, özellikle bakirelerin, erkek doktora muayene olması yasaktı. Bu durum, kadın doktorun olmadığı bir toplumda, “kadının tıptan yararlanamaması” demekti. Kadınlar, karşılaştıkları bu tür güçlükler nedeniyle doktora gitmez, dertlerinin çözümünü, üfürükçülerde, yatır ziyaretlerinde, muska ve fallarda arardı.1
Kadının, evi dışında sosyal yaşamla ilişkisi yoktu. Yüksek eğitim alamaz, çalışamaz, tiyatro, konser, pastane gibi yerlere gidemezdi. Toplumsal ilişkileri, hemen tümüyle; komşu kadınları konuk etmek, konuk olmak, düğünlerde, erkeksiz ortamlarda eğlenmek ya da “kadınlar gününde” hamama gitmekten oluşuyordu. Son derece sınırlı olan bu etkinliklere katılmak için, kocasından izin almak ya da en azından ona haber vermek zorundaydı.

1923: Meclisi

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 3 Nisan 1923 günü, önemli bir yasa görüşülmektedir. Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Birinci Meclis yenilenecek, seçime gidilecektir. Seçimle ilgili eski yasanın güncelleştirilmesi, bunun için de yeni bir seçim yasasının çıkarılması gerekmektedir. Meclis, bu yasayı görüşmektedir.
Eski yasada, her il bir seçim bölgesi kabul ediliyor ve her elli bin erkek nüfus için, bir milletvekili seçiliyordu. Başkanlığa verilen önergelerde, “uzun süren savaşlar içinde erkek nüfusun azaldığı”, bu nedenle seçilme oranının elli binde birden, yirmi binde bire yükseltilmesi isteniyordu.
Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey başta olmak üzere, bir küme (grup) milletvekili, oran belirlemede yalnızca erkek nüfusun değil, “Kurtuluş Savaşı’nda gösterdikleri büyük fedakarlık” nedeniyle, kadın nüfusun da sayılmasını önerdi. Oy vermek ya da seçilmek için değil, yalnızca sayılmak için.
Öneriye gösterilen tepki, çok sert ve hoşgörüsüzdü. Osmanlı’nın mirası, Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştiren Mecliste bile, kaba ve ilkel bir biçimde yaşıyordu. Milletvekillerinin büyük çoğunluğu, “erkeklik onuruna, duygu ve inançlarına sanki hakaret edilmiş gibi” şiddetli tepki gösteriyor, öneri sahiplerini “bağırarak ve gürültü çıkararak” konuşturmuyordu.
Tunalı Hilmi Bey, “sıralara vurularak ve ahşap yer döşemesinden ayakla çıkarılan gürültüler içinde” sesini duyurmaya çalışıyor ve Meclis tutanaklarına geçen konuşmasında; “Savaşa katılan analar, erkeklerden daha çoktu... Lütfen ayaklarınızı vurmayınız... Efendiler, ayaklarınızla yere değil, kutsal analarımızın bacılarımızın başlarına vurmuş oluyorsunuz. Sizden rica ediyorum, benim anam, babamdan daha yücedir... Analar cennetten bile yücedir. (şiddetli ayak sesleri)... İzin veriniz, arkadaşlar, sizlerden analara bacılara (artan gürültüler) oy hakkı, seçilme hakkı vermenizi istemiyorum, yalnızca sayılmalarını istiyorum”  diyordu.2
Karşıtçı milletvekillerinin başında yer alan Eskişehir Milletvekili Emin (Sazak) Bey, Tunalı Hilmi Bey’i; “böyle düşünce olmaz, dinsel yasaya saygı göster, milletin duyarlılıklarıyla oynama”3 diye tehdit ediyor, Konya Milletvekili Vehbi Bey ise, “bizim memleketimize bolşeviklik daha girmedi, Hilmi Bey” diye bağırarak sert tepki gösteriyordu.4
Türkiye’de, kadın hakları, 1923 yılında bu durumdaydı.

Devrim Bilinci

Meclis’te yaşananlar, Devrim’in önderi ve devlet başkanı olarak Mustafa Kemal’in, kadının eşitliği konusundaki görüşleri ve gerçekleştirmek istediği toplumsal dönüşüm amacıyla, temelden çelişiyordu. Ancak, olaylara karışmadı. Yüzlerce yıllık tutucu alışkanlıklar haline gelen kadın sorununun, insanlar üzerinde oluşturduğu toplumsal baskıyı biliyordu.
Çözümü zaman isteyen bu sorunu çözmek için, uygun koşulların oluşmasını bekledi. Cins ayrımı, katı bir önyargı olarak kent yaşamına yerleşmiş ve adeta “ruhlara sinmişti”. Görgü kuralı olarak algılanan yasakçı anlayış, zamanla bir yaşam biçimine dönüşmüş ve kadını, yazgısına boyun eğip her şeye katlanan, içine kapalı, edilgen bir varlık haline getirmişti.
Ona göre, önce Cumhuriyet kabul edilmeli, buna bağlı olarak, topluma yeni bir biçim verecek temel devrimler gerçekleştirilmeliydi. Birinci Meclis, bağımsızlık savaşında büyük bir özveri ve mücadele azmi göstermişti ancak milletvekillerinin çoğunluğu, kadının eşitliği konusuna olumlu bakacak bir anlayıştan uzaktı. Kadın sorunu, yasa ve kararnamelerle bir anda çözülebilecek bir sorun değildi.

Kadına Bakışı

Atatürk, kadını özgürleştirmemiş bir toplumun gelişemeyeceğini ve tutsaklıktan kurtulamayacağını söylüyordu. “Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı, yere zincirlerle bağlı kaldıkça, öbür yarısı göklere yükselsin. Kuşku yok; devrimci adımlar, iki cins tarafından birlikte, arkadaşça atılmalı, yenilik ve ilerlemeler birlikte gerçekleştirilmelidir. Devrim, ancak böyle başarıya ulaşabilir” diyordu.5
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, kadın sorununun çözümünü, “Türk kadınına ödenmesi gereken bir borç” olarak görüyordu. Savaşı tüm ulus kazanmıştı, ancak kadınların taşıdığı yük ve gösterdiği özveri çok yüksekti. “Yaz kış demeden, kucaklarında çocukları, önlerinde cephane yüklü kağnılarıyla ordunun ihtiyaçlarını karşılamıştı”. Bununla yetinmeyip, “erkeklerin bıraktığı çalışma alanlarını doldurmuşlar, tarla sürüp ürün yetiştirmişler, evlerinin yiyecek ve yakacağını sağlayarak ocaklarının ateşini yanar tutmuştu”.6

Seçim ve Meclis

Türk kadınları, siyasi haklarına tam olarak, Köy Kanunu’ndaki değişikliklerle elde edilen kazanımlarından sonra, 5 Aralık 1934’te ulaştı. 191 milletvekili, verdikleri ortak bir önergeyle, Anayasa’nın seçme ve seçilme koşullarını belirleyen 10. ve 11.Başlamlarının değiştirilmesini istedi.7
Önerge kabul edildi ve hemen ardından Seçim Yasası, yeni Anayasa’ya uyumlu hale getirildi. Başbakan İsmet İnönü, Meclis’te yaptığı konuşmada; “siyasi haklarını tanımak, Türk kadınına verilen bir lütuf asla değildir. Ona, yüzyıllardır gaspedilen, eski yetkilerini geri veriyoruz” dedi.8
Yasanın kabul edilmesi, tüm yurtta, özellikle kadınlarca, coşkulu gösterilerle kutlandı. Kadınlar, Ankara Halkevi’nde toplanıp, kalabalık bir yürüyüş kolu halinde Meclis’e geldiler. Kurtuluş’tan beri, 12 yıldır kadın özgürlüğü için çaba harcayan, onlara yol gösteren önderlerine, “şükran duygularını” ilettiler. Coşkularında haklıydılar. Türk kadını olarak Fransız, Japon ya da İtalyan kadınlarından daha önce siyasi haklarını kazanmışlardı. 20.Yüzyıl dünyasının yüzlerce yıl gerisinden gelmişler, birkaç yıl içinde çağı yakalayarak, birçok ülkeyi geride bırakmışlardı.

DİPNOTLAR

1       “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., İst.-1998, sf.459
2       “Kemalizm Sonrasında Türk Kadını III.” Dr.Bernard Caporal, Cumhuriyet Yay., İst.-2000, sf.55
3     “Cumhuriyetin Ellinci Yılında Türk Kadın Hakları” T.Taşkıran, İst.-1965, sf.98-99; ak. Dr.Bernard Caporal, “Kemalizm Sonrasında Türk Kadını III.” Cumhuriyet Yay., İst.-2000, sf.56
4      “Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Baskı, İst.-1994, sf.89
5       “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitap Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.489
6       “Atatürk ve Devrim” Prof.E.Ziya Karal, TTK, Ank.-1980, sf.124
7       “Kemalizm Sonrasında Türk Kadını III” Dr.Bernard Caporal, Cumhuriyet Yay., İst.-2000, sf.71
8       a.g.e., sf.72-73




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder