22 Ocak 2017 Pazar

TÜRKİYE’DE NEDEN HAİN ÇOK


Türkiye’de bugün yaygın ve yoğun bir kimliksizleşme yaşanıyor. Yetki ve güç sahipleri, varsıl işbirlikçiler, sanatçı görünümlü çıkarcılar; aynı yerden buyruk almışçasına, ülkeyi ayakta tutan değerlere sınır tanımaksızın saldırıyor. Bu tutum, kalıcılığı olan politik işleyiş durumuna getiriliyor. Yozlaşma ve yabancılaşmanın geçerliliği olan bir istem durumuna getirilmesinin kuşkusuz bir nedeni vardır. Yaşananlar, tarihte kayıtlı süreçler toplamı ve bu toplamın günümüzdeki uygulamalarında saklıdır. Dışa bağlanmanın ve kendine yabancılaşmanın yaygınlığına yanıt arayan her çaba, ister istemez Osmanlı devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu çıkarcılığına gidecektir.

“İkiyüz Bin Hain”


Günümüz Türkiyesi’nde, politikacılar başta olmak üzere kimi üst düzey kamu yöneticileri, iş adamları, gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar ve aydınlar arasında, yoğun bir yozlaşma ve yabancılaşma yaşanmaktadır. Ülkenin ve ulusun çıkarları yönünde değil de, ilişki içinde oldukları küresel güç merkezlerinin istekleri yönünde davranan, sayıları az etkileri çok bu insanlar; ele geçirmiş oldukları siyasi ve akçeli gücü, iletişim olanaklarıyla birleştirerek, ülke ve ulus karşıtı eylemler içine girmektedirler. Eski bakanlardan Kamran İnan, bu olgu için olacak; “Türkiye’de 200 bin hain var” diyebilmiştir.1
Kamran İnan’ın bu sayıyı nasıl saptadığı bilinmez ancak Türkiye’de hainliğin ve bu yolu açan yabancılaşmanın yoğun olduğu, herkesin gördüğü bir gerçektir. Tarihinde, ülke ve devlete bağlılığa özel önem verilen bir ülkede, bu denli yoğun bir yabancılaşma yaşanması ilginç bir durumdur. Birbiriyle uzlaşması olanaksız olan bu iki eğilim, yani ülkeye ve devlete bağlılıkla dışa hizmet, nasıl oluyor da, Türkiye gibi bir ülkede bu denli yaygın olabiliyor? Bağımsızlığına ve değerlerine bu denli düşkün bir ulus, içinde bu kadar çok haini nasıl barındırabiliyor? Toplumun özyapısı ve tarihiyle çelişen bu kaba gerçek, neyle açıklanabilir?

Tarihe Bakış

Savaş tutsakları ile kölelerin, ekonomik ya da askeri amaçla kullanılması, değişik yöntem ve oranlarda hemen tüm toplum biçimlerinde görülür. Antik Çağ Grek devletleri ve Roma İmparatorluğu, köleciliği bir üretim biçimi durumuna getirdi ve Batı’da kölecilik değişik biçimlerle 20.yüzyıla dek geldi. Türk toplumları, bu biçimde bir kölecilik yaşamadı. Osmanlı İmparatorluğu çok başka bir yöntem geliştirdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nda devlete gerekli insan gereksinimi çok başka biçimde karşılandı. Fethedilen yerlerden toplanan seçilmiş genç insanlar, Osmanlı nizamına uygun olarak yetiştirilerek toplumun iç unsuru durumuna getirilip yönetici yapıldı. Osmanlılar bunlara devşirme adını verdi. Bu yöntem, Atina ve Roma köleciliğinden çok daha başkaydı. Daha insancıldı ancak bu insancıllık, Osmanlı Devleti’ne ve onun Türk uyruklularına yararından çok zarar verecekti.

Devşirmeler

Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde, savaş tutsaklarının beşte biri, orduda kullanılmak üzere padişaha yani devlete ayrılıyor ve bu işleyişe pençik vergilendirmesi deniliyordu. Önceki İslam devletlerinde; gulam, kul ya da memluk sözcükleriyle tanımlanan bu uygulama, Anadolu Türk beylikleri döneminde geliştirilmiş, Osmanlı Padişahı I.Murat döneminde (1360-1389) kurumsallaştırılarak daha kapsamlı duruma getirilmişti. Devşirme düzeni bu sürecin ürünüdür.
Padişah buyruğuna (fermana) dayanan toplama (devşirme) kurulları birkaç yıl arayla Balkanlar’da değişik bölgeleri dolaşır, kent ya da köylerde, hane sayısının kırkta biri oranında genç toplardı. Genellikle 14-18 yaş kümesi içinde kalan, sağlam vücutlu, akıllı Hıristiyan çocuklar seçilir ve eğitilmek üzere İstanbul’a götürülürdü. Kurul üyeleri, köy ya da semt papazının eşliğinde, kilise vaftiz defterinden gençlerin özelliklerini saptar ve aile başına bir kişiyi geçmemek koşuluyla seçim yapardı. Devşirilenlerin özellikleri bir deftere yazılır ve halktan, devşirilen her genç için, yol ve giyim giderlerini karşılamak amacıyla 600 akçe para toplanırdı. Bu paraya kul akçesi denirdi. Devşirilenler 100-200 kişilik kümeler biçiminde, sürücü adı verilen yetkililere teslim edilerek yola çıkılırdı.2

Devşirme Ayrıcalığı

 Hıristiyan aileler toplama kurullarına devşirme listesi sunan papazlara, kendi çocuklarını listeye alması için baskı yaparlar, armağanlar verirlerdi. Devşirme olarak seçilen her çocuk, ailesi için başa konan bir talih kuşu, bir umut kaynağıdır. “Beslenmesi gereken bir boğazın eksilmesi”3 bir yana, asıl önemli olan bu boğazın dünyanın en büyük devletinin askeri ya da idari kademelerinde yükselerek kendilerine ilerde “nimetler sunma” olasılığıdır.
Devşirme seçilmek, günümüzde herkesin büyük bir istekle peşinden koştuğu, ABD vatandaşı olmaktan çok daha önemli bir şeydi. Nitekim, büyük askeri seferler sırasında, sınır boylarına doğru ilerleyen ordunun, devşirme kökenli başkomutanları; doğdukları köye uğrayarak anne-babalarının “gönlünü yüceltmek”, onlara “bağışta bulunmak” için ordunun yolunu değiştirdiği çok görülmüştür.4

Eğitim

İstanbul’a gelen devşirmeler, burada Yeniçeri ağası ve hekimler tarafından gözden geçirilerek sünnet ettirilir ve Kelime-i Şahadet getirtilerek Müslüman yapılırlardı. İçlerinde yakışıklı, zeki ve becerikli olanlar, padişaha, yönetimde ve özel işlerinde hizmet vermek üzere seçilirlerdi. Bunlara içoğlanı denir ve özel olarak yetiştirilirlerdi.
Osmanlı padişahları, başlangıçta, yönetimlerini korumak için gereksinim duydukları insan kaynağının önemli bir bölümünü devşirmelerle karşıladı. Kısa dönemde gereksinim karşılanmış gibi göründü. Asker ya da sivil görevliler (kapıkulları), kesin bağlılık ilişkisiyle padişaha, paralı asker sıkıdüzeniyle (disipliniyle) bağlanmıştı.
Devşirmeler, süreç içinde ordunun (Yeniçeri) ve yönetici sınıfın (rical-i devlet) tümünü kapsayan bir yaygınlığa ulaşmış; yönetim, bunlar aracılığıyla padişahın mutlak egemenliği üzerine oturtulmuştu; sistemin tümü bir tek kişinin (padişahın) yararına işliyordu. Ancak, bu düzenin gerçek işleyişinin ne olduğu, neye hizmet ettiği biraz karışıktı.

Devşirmelerin Gücü

Padişahlar, hizmetine aldığı devşirme unsurunu o denli büyütüp geliştirmişti ki, devlet düzeninin gerçekten padişahtan yana mı, yoksa “emri altındaki” devşirmelerden yana mı işlediği, giderek belirsizleşmeye başlamıştı. Örneğin, başlangıçta “sarayın uysal bir aleti” olan yeniçeriler, kısa bir süre içinde, saray üzerinde güçlü bir baskı kurmuşlardı. 15.Yüzyıl bitmeden, yani kuruluşlarından henüz yüz yıl bile geçmeden; “Sadrazam öldürüyor, saltanat kavgalarına karışıyor, taht alıp taht veriyorlardı”.5
Görünüşte devlete yüksek hizmetler veriyorlardı; padişahın sadık kullarıydılar; onun her isteğini yerine getiriyorlardı... Ancak, 14-18 yaşında zorla Müslüman yapılan bu insanların, geçmişlerini unutmaları, ondan tümüyle kopmaları olanaksızdı. Ne tam Müslüman oldular, ne de Hıristiyan kaldılar; ne etnik kökenlerini unuttular, ne de yeni kimliklerini benimsediler. Ne olduğunu bilmeyen ya da ne olmadığını bilen, kişiliksiz ve güvenilmez bir insan türü olarak, devlet politikalarına yön verdiler. İmparatorluğu çöküşe götüren nedenlerden biri durumuna geldiler. Hiçbir erdeme sahip değildiler ancak ilke durumuna getirdikleri bir tutumları vardı: Türklere ve Türklüğe karşı nefret duyuyor ve devlet politikalarıyla örtüşen bu nefreti, genel bir tutum durumuna getiriyorlardı.

Köksükleştirirken Köksüzleşmek

Devşirmelerle yaratılan örgütlü güç, başlangıçta devlet yararına, birçok alanda kullanıldı. Devletin ve ordunun sürekli geliştiği ilk dönemlerde, ilerde sorun yaratabileceği düşünülmemiş, tersine sorunları giderecek bir güç olarak görülmüştü. Toplumsal kimliği korumaya dayanan, binlerce yıllık devlet gelenekleri bırakılmış, Türk unsurların karşı çıkmasına karşın devletin merkezi; Rum, Sırp, Hırvat ya da Ermeni Hıristiyanlara, üstelik yoğun biçimde açılmıştı.
Osmanlı devşirmeciliği, köleleri yabancı unsur olarak yönetim dışı işlerde kullanan Roma köleciliğinden ayrımlı olarak, devşirmeleri yani yabancı insanlar topluluğunu, köksüzleştirdiğini sanarak içsel bir güç durumuna getirmişti. Köksüzleştirirken köksüzleşen bu düzen, aslında kendini yıkacak bir güç yaratıyordu.

Devşirmenin Niteliği

Devşirmeler, kökü silinmek istenen türedi bir kuşaktı. Görünüşte; ailesini, soyunu sopunu yadsımış, belleği ve kimliği yok edilmişti. Yalnızca Osmanlıydı. O bir ailenin bireyi değil, padişahın kuluydu; bir insan değil, adeta bir makineydi.6
Bilinçli izlencelerle (programlarla) kişiliksizleştirilen devşirmeler, bu niteliklerine karşın; yüksek yönetim yetkileri, dolgun ücret, siyasi ve idari ayrıcalıklarla donatılmışlar ve devleti yöneten yerlere getirilmişlerdi. Ancak, can ve mal güvenliğinden yoksun biçimde yaşıyorlardı. Bu konumlarıyla üst düzey devşirmeler, sürekli ölüm korkusu içinde yaşayan ruh hastası durumundaydı.
Devşirmeler, gerçek görüşlerini hiçbir zaman açıklamazdı; yalancı ve ikiyüzlüydüler. Peşinde koştukları tek değer, para ve yönetim gücüydü. Osmanlı Devletine gizliliği, ihanet ve entrikayı bunlar yerleştirmiş; rüşvet, vurgunculuk (ihtikâr), karaborsa, yasadışı gelir (ihtilas), ve adam kayırma’yı (iltimas) neredeyse yasal duruma bunlar getirmişti. Yeniliğe ve devlete karşı ayaklanmayı, hak olarak görürlerdi. 1550’den sonra, yeniçerilerin evlenmesine izin verilince, çocukları Acemi Ocağına öncelikli olarak alınmış, devşirmecilik babadan oğula geçen ayrıcalıklı bir meslek durumuna gelmişti.

Rüşvet ve Entrika

Hangi kesimden gelirse gelsin, devşirmelerin tümünün ortak özelliği, boğazlarına dek rüşvet ve entrikaya batmış olmaları ve Türk uyruklara duydukları düşmanlıktı. Rüşvet ve vurgunculuk yoluyla o denli büyük bir servet ediniyorlardı ki; halk “simyanın (her madeni altına çeviren gizil güç y.n.) sırrına erdiklerini” söyleyerek bunlarla alay ediyor, tepki gösteriyordu.7
Devşirmelerin rüşvetçiliği, zaman içinde, tehlikeli bir boyuta ulaşmış ve ülke çıkarlarını yabancılara satma noktasına varmıştı. Yönetimde elde ettikleri yüksek yetkiler, onlara bu tür girişimler için geniş bir alan yaratıyordu. Elde ettikleri yetkiyi kullanarak, “baştan aşağı bir yağma, çapul ve servetlere elkoyma”8 uzmanı olmuşlardı.
Devşirmeler, nitelikleri gereği tüketici bir topluluktu. Roma soyluları gibi, üretimle uğraşmayı ayak takımının yaptığı onursuz bir iş olarak görürlerdi. Kılıç ve kahramanlık söylemleriyle yağma, bu olmadığında entrika ve yalan dolana dayalı vurgunculukla geçinirlerdi. “İş bilenin kılıç kullananın” özdeyişi, Türkçe’ye bunların yerleştirdiği bir sözdü.9

Devşirmeler ve Türk Düşmanlığı

Devşirme etkinliği, Fatih döneminde başlatılan devlet yönetimini Türkler’den ayıklama (tasfiye) eylemi ve I.Selim (Yavuz) (1512-1520) döneminde halk üzerinde şiddetli bir baskıyla bir felaket halini aldı. Devşirme yozlaşmasına Yavuz’un getirip devlet politikasına yerleştirdiği Arapçılık eklendi. İmparatorluğun yükünü çeken, sorunlarıyla ilgilenilmeyen, bu nedenle ayaklanan ve toplu olarak öldürülen Anadolu Türkmenleri, o denli baskı alındılar ki kaçacak, sığınacak yer arar duruma geldi. Şii inancını Osmanlı Devleti’ne karşı, ideolojik yaymaca aracı olarak başarıyla kullanan ve kendisi de Türk olan Safevi Hükümdarı Şah İsmail’in (1487-1524) çağrısına uyarak, kitleler halinde İran’a göç ettiler.
Yürütülen sistemli şiddet ve baskıyla, öldürülen ya da göç ettirilen Oğuz halkı, Prof.Fuat Köprülü’nün tanımıyla “Anadolu Türklüğü’nün en temiz, en canlı unsurunu oluşturuyordu”.10 Yerlerinden yurtlarından edilen bu halk, gözden uzak yerlerde yoksulluk içinde yaşadı. Çok zorda kaldığında, çalışıp para kazanmak için İstanbul’a çalışmaya gittiğinde, orada kendisini bekleyen hor görülme ve aşağılamaydı. En şanslıları, saraylarda ya da varsıl evlerde aşçılık, çöpçülük gibi işlerde çalışırdı. Çalıştığı yerde, “Türklüğünü söylemeye cesaret edemez”, kapıkulu yalılarında “Türk aile ve tarihine düşmanlıkta uzmanlaşmış” davranışlarla karşılaşırdı.11

Türkler; Kendi Ülkesinde Tutsak

Türkler’e karşı olumsuz bakış, devşirme düzeninin daha ilk döneminde, çok açık biçimde ortaya konmuştu. II.Murat döneminde başlatılan, Fatih Kanunnamesi ile yasalaştırılan uygulamalarla Türkler, kendi ülkelerinde Hıristiyan ya da Musevi azınlıklar kadar bile hakkı olmayan, ikinci sınıf uyruk durumuna getirilmişti. Yönetim organlarında görev alıp yükselmek bir yana, etkili devlet kurumlarına ve bu kurumlara yönetici yetiştiren okullara giremiyordu.
Sadrazamı, padişahtan sonra devleti temsil edecek en yetkili kişi (naip) yapan Fatih Kanunnamesi, devlete asker ve sivil yönetici yetiştiren ve yüksek nitelikli eğitim veren devşirme okullarına alınmayacak olanları şöyle sıralıyordu: “Yahudiler, Müslümanlar, çobanlar, sığırtmaçlar, doğuştan sünnetli olanlar, çok uzun ya da kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, köseler, keller, Gürcüler, Çingeneler, Kürtler ve Türkler”.12
Fatih Kanunnamesinden sonraki 70 yıl içinde naib yetkisiyle devlete sadrazam olan 48 kişiden yalnızca 5’i Türk kökenlidir; bunlar da devşirme anlayışıyla yetişmiş aslını yadsıyan (inkar eden) insanlardır. Geri kalan 43 sadrazamdan; 11’i Slav, 11’i Arnavut, 7’si Rum, 5’i Ermeni, 4’ü Çerkez, 3’ü Gürcü, 1’i İtalyan kökenliydi.13

Türk Unsurlar Devlet Yönetiminden Uzaklaştırılıyor

Türk unsurların devlet yönetiminden uzaklaştırılmasına yönelen en etkili uygulama, II.Mehmet’in (Fatih) Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtmesidir. Anadolu ahi şeyhlerinden Çandarlı Ali’nin kurduğu bu aile, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fatih dönemine dek, çok etkin görevlerde bulunmuş ve eski Türk yönetim geleneğinin devletteki simgesi durumuna gelmişti. Halil Paşa, 1429’dan 1453’e dek, aralıksız 24 yıl sadrazamlık yapmıştı.
II.Murat’tan sonra güçlenmeye başlayan devşirmeler, Halil Paşa’nın kişiliğinde devletin kilit görevlerini elinde bulunduran eski Türk soylularına karşı, şehzadeliği döneminden beri Fatih’i etkilemişler ve Çandarlı’yı kendilerine özgü entrika yöntemleriyle idam ettirmişlerdi. Bu idam, yalnızca Çandarlı Ailesinin değil, Türk devlet geleneklerinin de Osmanlı yönetim sisteminden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanmıştır.

Devşirmeler ve İşbirlikçilik

Devşirmeler, Türk karşıtı her olay ve düşüncede hemen bir araya gelirdi. Bir araya gelişin, toplumsal ve ekonomik dayanakları vardı ve bu dayanaklar; eskiden gelen, bugün de süren çıkar ilişkileriydi. Yasa dışı yollarla edinilen servetin korunması ve yenilerinin edinilmesi için, ülke içindeki güç yeterli olmazsa, dış destek arayışı içine girilirdi. Bu nedenle ülke değerlerini dışarıya devretme eğilimi, bu arayışa bağlı olarak devşirmelerde her zaman vardı.
Devşirmeler, gereksinim duydukları mal ve can güvenliğine kavuşmak için, yabancılarla bütünleşmekten çekinmediler ve ülke kaynaklarını yağmalamaya gelen Avrupalı devletlerin işbirlikçileri oldular. Tanzimatçılık, mandacılık ya da günümüzdeki Avrupacılık ve Arapçılık işbirlikçi anlayışın değişik biçimleridir.
Devşirme işbirlikçiliğini ortaya koyan çok sayıda belge vardır. Bunlardan çarpıcı olanlarından biri Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi De Germigny’nin, 1580 yılında Paris’e gönderdiği yazanaktır (rapordur). Bu yazanakta şunlar söylenmektedir: “Mümkünse şöyle davranılmalıdır; Kral, Yeniçeri Ağası İbrahim Paşa’ya ve Padişah’ın donanma komutanı Kaptan-ı Derya İbrahim Paşa’ya, Paris kumaş ticaretinden pay ayırmayı ihmal etmemelerini, krallık meclisi üyelerine ve hazine bakanına buyurmalıdır. Unutulmamalıdır ki, benden önceki İspanya elçisinin, İspanya Kralının işlerini kolaylaştırması için önerdiği 50 bin duka altın liralık armağan karşısında, Sokullu Mehmet Paşa yelkenleri suya indirmişti...”14

Türkiye de Yabancılaşma ve Yozlaşma Neden Çok

Rüşvet ve yolsuzlukla servet elde edenlerin, elde ettiklerini geliştirip korumak için, yabancılara vermeyecekleri kamusal ya da ulusal değer yoktur. 19.Yüzyılda Tanzimatla meşrulaştırılan bu eğilim, bugün AB ya da Dünya Bankası-IMF politikalarıyla uygulanmaktadır.
Günümüzde Arapçılığı sürdüren siyasi İslamcılar, Batı’yla bütünleşen Müslüman demokratlar ve uygarlığı Batıcılık sayan şekilsiz aydınlar; Türklüğü ezen onu yok sayan Osmanlı tutumunun, özellikle de devşirme anlayışının, günümüze taşınan sonuçlarıdır.
Türkiye’de bugün yaşanmakta olan olgu yani; rüşvet, yolsuzluk, dışa bağlanma ve ihanet davranışlarının politik işleyiş durumuna gelmesi, bugün ortaya çıkan, yeni bir olgu değildir. Dışa boyun eğmenin ya da ihanetin yaygınlığına yanıt arayan her çaba, ister istemez, Osmanlı devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu anlayışına gidecektir. Kamran İnan’ın 200 bin, başkalarının ise daha çok olduğunu söylediği “hain çokluğunun” nedeni, kuşkusuz yarım bin yıl egemen olan bu anlayışta aranmalıdır.

DİPNOTLAR

1       “Sözde Aydınlar” İsmet Solak, “Ankara Kulisi” Hürriyet, 12.04.2000
2       Ana Britannica 10.Cilt,  sf.100
3       “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”, S.Yerasimos,1.Cilt, Belge Yay., 7.Bas. 2000, sf.297
4       “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye”, S.Yerasimos, 1.Cilt, Belge Yay., 7.Bas. 2000, sf.297
5       Ana Britannica 10.Cilt,  sf.183
6       “Kapıkulunun Tavsifi” Muhittin Birgen, ak. Zeki Arıkan, “Tarihimiz ve Cumhuriyet” Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997,  sf.127
7       “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, 1.Cilt, Belge Yay., 7.Bas,. sf.306
8       “Tarihimiz ve Cumhuriyet” M.Birgen, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.147
9       a.g.e. sf.147
10     “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu” M.Fuat Köprülü, Ötüken Yay., 1981,  sf.95
11     “Tarihimiz ve Cumhuriyet-Muhittin Birgen”, Prof.Zeki Arıkan, Tar. Vak. Yurt Yay., 1997, sf.128
12     Ana Britannica, 10.Cilt,  sf.100
13     “Tarihte Türklük”, Prof.Laszlo Rasonyi, Türk Kül.Gel. Ens.Yay., 2.Bas. 1988,  sf.204
14     “Tarih III, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri”, Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.409





6 yorum:

  1. Atalarımız devşirme Yeniçeri biz milliyetçi ülkücü insanlarız . Dededen babadan duyup işittiğimiz yedi göbek soyumuz kendini saf Türk olarak görmüştür .

    YanıtlaSil
  2. Hain dediğin zevat islamcı denilen tayfadır. Din alır din satar bu deyyuslar. Tarihe baktığında sultanın buyruğu ile işgal kuvvetlerine hay hay deyip göz yuman yine bunlardır. Bugün Londraya git Londranın en ünlü garsonu Vahdettindir diyecektir İngilizler :) Hamaset değildir ulu önder Atatürkün milliyetciliği öyle vatan millet sakarya geyiğinden ibaret değildir. Ümmetten süzüp çağdaş bir millet hayal etmiştir işte bu süzgeçin dışında kalanlar haindir. Kendisinin en büyük hatasıda kurtuluş savaşından sonra Anadolu yobazını Sudana Yemene ve Hicaza sürmemesidir.

    YanıtlaSil
  3. Hainin adı demokrat.mazlumun adını ümmet koyan hainlere bakmak lazım..türk düşmanlığı varasa meydanda ve onlara gönül verenler, yirmi milyon desem azdır heralde..örnek. Hırand Ding, öldürüldü hepimiz hırantız diye pankartlar çıktı çok medyada bunları destekledi, peki gariban asker öldürüldüğünde hiç kimse hepimiz askeriz diyormu.demezler çünkü içlerindeki Türk düşmanlına karşıdır. Ama slogan güzel devlet bie bakmii? Ya sen devlete nasıl bakıyon onu söyle..ben söylemim herkes biliyor zaten.

    YanıtlaSil
  4. Mehmet avuç doru söylüyor..Türkiye'de yaşayan ,Türk düşmanları.Avrupadaki Türk düşmanlarından daha azılı.,Avrupa'ya köpeklik yaparsak bizi Okadar çok sever zihniyeti var..hastane ,yol,su,elektrik,sosyal yardım,güvenlik,pasaport,Türkiye,den itaat Avrupa'ya ,.hiç Avrupa bize bakmi, diyen yok. Ezber, salam , devlet bize bakmi..hain gibi yaşarlar , (ŞEHİT) gibi saygı beklerler..

    YanıtlaSil
  5. Değerli Metin Aydoğan'ın bu yazısı kafamdaki soruları giderdi ve bilgiler bir düzene girdi.Devşirme konusunda bilgimiz çok az.. Şimdi görüyorum ve çok hak veriyorum.. Bugün kendini Türk hissetmeyen devşirmelerin günahını Osmanlı adına biz Türkler çekiyoruz. Bizler Atatürk'ün izindeki belki de dünyanın en mükemmel birikimini taşıyıp yaymaya çalışırken, Türkün tarihi iç düşmanı ve haini devşirmeler, bir yandan da onları kendine devşiren emperyalizm ile çarpışıyoruz.

    YanıtlaSil
  6. Kendi halinde tarih bilgisine sahip birisiyim ve Osmanlı tarihini ilk okuduğum günden bugüne günümüz devlet yapısındaki çarpık TÜRK ırkına bakış açısının bir numaralı nedenlerinden birisi olarak gördüğüm ve başta Fatih olmak üzere müsebbiplerine karşı kahrettiğim Devşirme sistemini ve buna bağlı olarak günümüzde o günlerden süregelmiş ihanet alışkanlığını gerçekten akıcı bir biçimde ele almışsınız. Teşekkürler.

    YanıtlaSil