30 Aralık 2016 Cuma

PARTİ VE DEMOKRASİ


Partilerle siyasi demokrasi arasında, biribirini etkileyip geliştiren ikili bir ilişki vardır. 19.Yüzyıl Avrupa’sında işçiler, siyasi savaşımın araçları olarak parti örgütlenmesini bulup yetkinleştirirken, siyasi demokrasinin sınırlarını da kendilerinden yana genişletmiş oldular. Başlangıçta, emekçilerin partilerde örgütlenmemesi için her türlü baskıyı kullanan egemenler, istemlerine baskıyla ulaşamayacaklarını anlayınca, partileri dolaylı yoldan ele geçirmeye ya da doğrudan kendi partilerini kurmaya yöneldiler. Uzun süre yasakladıkları parti oluşumlarını meşrulaştırarak onları egemenliklerini korumanın araçları olarak kullanmaya başladılar. Toplumsal karşıtçılığı (muhalefeti), “demokrasi” adını verdikleri bir düzen içinde denetim altında tutmayı; olmazsa güç yöntemleriyle ezmeyi yüzyılımızın geçerli politikası haline getirdiler. “Seçim olsun ama ben kazanayım” anlayışını, “demokrasilerinin” değişmez kuralı yaptılar. Bu kural, partilerin evrensel boyut kazanmasıyla dünyaya yayıldı ve demokrasi denen şey her yerde egemenlerin demokrasisi oldu.


Partiler Demokratik Savaşımların Ürünüdür

Partilerle siyasi demokrasi arasındaki ilişki; Batı toplumlarında, sınıf mücadelesine dayanan ve çatışma içeren bir süreç içinde oluştu. Yönetim gücünü ellerinde bulunduranlar, örgütlenme hakkını da içeren demokrasiyi, önce devlet gücüne dayanan baskı yöntemleriyle engellediler. Daha sonra demokratik savaşımın sonucu olarak, siyasi partilere izin vermek zorunda kaldılar. Denetim altında tutulmak koşuluyla yeni bir düzen geliştirildi ve bu düzene demokrasi adı verildi. Yönetim gücünü elinde bulunduranlar, işçi sınıfının mücadelesi nedeniyle, atanmış seçkinlerle sürdürdüğü egemenliği, artık siyasi partiler aracılığıyla yürütecekti.
Toplumsal tepkiyi örgütleyerek yayılmaya çalışan düzen karşıtı partiler, demokratik kazanımları geliştirirken; düzenin egemenleri, kabul etmek zorunda kaldıkları bu kazanımları, çıkarlarını savunan partiler kurarak kendileri için kullandılar. Partili yaşam kabul edildi ama siyaset paraya bağlı bir eylem haline getirildi. Yönetime düzeni savunan partilerin gelmesi sağlandı. Egemenlik bu partiler aracılığıyla sürdürüldü... Ellerinde tuttukları akçalı (mali) ve yönetimsel ayrıcalıklar,  bu olanağı onlara veriyordu.

Seçime Evet Ama Ben Kazanayım

Toplumsal karşıtçılığı, “barışçı yöntemlerle” “demokratik sınırlar” içinde tutmak, olmazsa güç yöntemleriyle ezmek, Batı demokrasilerinin yüzyıldır değişmeyen özelliğidir. Batı’da önemli olan demokrasinin güçlenip yaşaması değil, düzen değişikliğine yol açmayacak bir “demokrasinin” varlığını sürdürmesidir.
Bu, gerçekte sınıfsal çıkarlarının hiçbir koşulda zarar görmemesi demektir. Batı demokrasilerinin gerçek sınırını, halkın değil şirket çıkarlarının belirlemesi, yalnızca bugünün değil son ikiyüz yılın çıplak gerçeğidir. ABD Dışişleri Bakanlarından Henry Kissenger bu gerçeği, Şili’nin seçilmiş Başkanı Salvador Allande’nin bir darbeyle devrilip öldürüldüğünde şöyle dile getirmişti: “Bir ülkenin halkı komünizmi seçecek kadar sorumsuzluk gösterirse biz buna demokrasi adına seyirci mi kalacağız”.1
Benzer görüşleri aradan 30 yıl geçtikten sonra Venezüela Başkanı Chaves’e karşı darbe örgütleyen bir başka ABD yetkilisi açıklamıştır. The New York Times haber yazarı Christopher Marquis’in “Chaves seçilmiş bir devlet başkanı olduğuna göre meşruluğunun kabul edilmesi gerekmez mi?” sorusuna ABD hükümet sözcüsü şu yanıtı vermiştir: “Meşruiyet yalnızca seçmenin oy çokluğuyla gelen bir şey değildir”.2

Batı’da Parti Savaşımı

Politik işleyişi şirket çıkarlarının belirler duruma gelmesi, Batı’da demokratik hakların bulunmadığı anlamına gelmez. Batı demokrasileri, kendi içinde, yoğun bir demokratik savaşım birikimini de taşımaktadır. Sanayi devriminin bir gereği olarak, Batı’daki düzen karşıtı partiler, konumları ve amaçları nedeniyle daha gelişkin ve daha savaşkan olmak zorundaydılar. Bu nedenle, gereksinim duydukları demokratik ortamı, uzun süren sert çatışmalarla kendileri yarattılar.
Demokratik haklar içeren bu ortam karşıtçılar için önemliydi. Friedrich Engels, Alman Sosyal Demokrat Partisi Program Taslağına 1891 yılında yaptığı eleştiride; “Mutlak olarak kesin olan bir şey varsa, o da, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin ve işçi sınıfının egemen duruma, ancak demokratik cumhuriyet biçimi altında gelebileceğidir” diyordu.3 Günümüzdeki demokratik cumhuriyetler, Engels’in düşündüğü demokratik cumhuriyetten çok ayrımlı bir konuma gelmiş olsa da, bu yargı partiler açısından önemini bugün de sürdürmektedir.
Kaptalizmin partisiz bir düzenle sürdürülemez duruma gelerek siyasi partilerin yasallık kazanması, politik savaşımla sağlanan demokratik bir gelişmedir ancak bu gelişme, partilere yasallık vermek zorunda kalan her yönetimin demokratik olduğu anlamına gelmemektedir. Yönetim gücünü elinde bulunduran sınıf ya da sınıflar, toplumsal savaşımın yeni koşullarına uyum göstererek siyasi partileri kabullendiler ve hızla partileşerek bu örgütleri, yönetimlerini sürdürmenin yeni ve etkili araçları haline getirdiler. Başlangıçta, tanınmış olan parti yasallığı, kendilerine ait olan ya da kesin biçimde denetlenen birkaç partiyle sınırlıydı ve sürdürülen politik düzen ne özgürdü ne de demokratik. 

Denetim Dışı Partiler Ezilir

Denetim dışında örgütlenip güçlenen partiler, önce, her tür yöntem kullanılarak düzen dışında tutuldu. Bu dönem, karşıtçı parti eylemleri için; yasaklar, kısıtlamalar, hapis ve sürgünler dönemiydi. Her şeye karşın politik savaşım sürdü ve birçok ülkede partiler yasal konum elde ettiler. Ancak bu kez parti içi etkinlik, giderek artan biçimde halkın sahip olmadığı akçalı (mali) güce dayalı bir eylem haline getirildi ve elde edilmiş olan ekonomik–demokratik kazanımlar kâğıt üzerinde kaldı.
Parti kurma ve örgütlenme özgürlüğü herkese tanınmıştı, ancak bu yalnızca görünüşte böyleydi. Partileri, akçalı ve yönetimsel gücü olanlar kuruyor ve örgütlenme özgürlüğünden gerçek anlamda onlar yararlanıyordu. Herkesin parti kurma özgürlüğü vardı ama bu özgürlüğü yalnızca onu kuracak parası olanlar kullanabiliyordu.
Egemen güç yararına işlese de partili düzenin daha az tutucu olacağı bir gerçektir. Ancak, bu gerçekten yanlış sonuç çıkarılmamalıdır. Siyasal etkinliğin azınlık egemenliğine dayandığı toplumlarda, geçerli düzenin adı ve biçimi ne olursa olsun, düzenin niteliğini belirleyen temel öğe tutuculuktur. Yönetim erkini elinde bulunduranların, değişmemeyi savunmaları onlar için bir zorunluluktur.

Gelişmiş Ülkelerde Partiler

Geçmişten gelen tarihsel birikim, giderek sönümleniyor olsa da, alışkanlıklar ve toplumsal gelenekler olarak etkilerini uzun süre sürdürürler. Bireye kalıtımsal bir özellik kazandıran ve binlerce yıllık evrime dayanan gen oluşumu insan için ne ise, toplumsal bellek için de tarih odur. Bu nedenle; Batı tarihinin özel bir evresi olan kapitalist dönemin ürünü olan partiler, bu dönemin yarattığı ekonomik ilişkilerin bir ürünüdür. Ancak, aynı zamanda, geçmişten gelen toplumsal alışkanlıkları değişik oranlarda içinde barındıran bir özgünlüğe sahiptir.
Gelişmiş sanayi ülkelerinde partiler arasındaki ayrımlar biçimsel ve nicelikseldir. Örgütlenme biçimi, yönetim işleyişi, örgüt içi yapılanma, yöntem ve taktikler değişik olabilir ancak sınıfsal önceliklerin gündemde tuttuğu savaşım anlayışı değişmez. Her çeşit partinin kurulması serbesttir ama bu partilerden düzen karşıtı olanların yönetime gelmesi asla serbest değildir.
Batı’nın parayla bütünleşen “demokratik!” ortamı, böyle bir değişimi önlemek için gereken araçları kendi içinde yaratmıştır. Egemenler, ele geçirdikleri yönetimi koruyacak geniş bir önlemler düzeni geliştirmiştir. İngiliz İşçi Partisiyle, Alman Hıristiyan Birlik Partisi, Amerikan Demokrat Partisiyle, Fransız Sosyalist Partisi arasında; kurulu düzenin korunması ve demokratik de olsa düzene yönelik değişim isteklerine izin verilmemesi konusunda, en küçük bir anlayış ayrımı yoktur.

Parti ve Siyaset Halka Kapalıdır

Bugün, devlet ve toplum üzerine etkili bir denetim kurulmuş, halka öncülük edecek partiler son derece etkisizleştirilmiştir. Halk, siyasetten o denli uzaklaştırılmıştır ki, toplumsal karşıtçılığa öncülük edebilecek siyasi bir devinim (hareket) ortaya çıkamamaktadır. Kitleler üzerine kurulan dolaylı/dolaysız baskı ya da etkileme öylesine yoğundur ki, insanlar kendi hak ve çıkarlarını göremeyen, görse de birşey yapamayan kalabalıklar haline getirilmiştir.
İngiliz düşünür Bertrand Russel, Batı toplumlarında yönetimin insanlar üzerinde kurduğu baskı ve geçerli politik sistem konusunda şu saptamayı yapmaktadır. “Siyasi iktidar, insanlar üzerinde doğrudan güç uygulayarak, yani hapsedip öldürerek; kandırma ve yönlendirme aracı olarak ödül ya da ceza vererek, yani iş vererek ya da işsiz bırakarak ya da düşüncelerini etkileyerek, örneğin en geniş anlamı ile propaganda altına alarak baskı kurar. Ordu ve polis beden üzerinde zorlayıcı güç uygular; ekonomik örgütler, esas olarak özendirici ve vazgeçirici olarak ödüllerle cezalara başvurur; okullar, kiliseler ve siyasi partiler düşünceleri etkilemeyi hedef tutar...”4
Yönetim gücünü elinde bulunduran günümüz egemenleri, artık kendilerine hizmet eden partileri bile atlamakta ve yönetime doğrudan sahip olma eğilimi içine girmektedir. Küresel işleyişin zorunlu kıldığı bu eğilim, özellikle azgelişmiş ülkelerde, kararlı bir biçimde uygulanmakta ve bu ülkelerdeki işbirlikçi partilerin bile güç yitirmesine yol açmaktadır.
Azgelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğu artık, seçim kazanmış partilerce değil, görüntüsü öyle olsa da, küresel güç merkezlerinin belirlediği “görevliler” tarafından yönetilmektedir. İşbirlikçi partiler artık, küresel güç merkezleriyle bütünleşmiş, kuralsız ve devletsiz bir toplum biçiminin yerleştirilmesinde kullanılan aracı örgütler durumuna gelmişlerdir.

Halkın Partiye Gereksinimi Var

Halkın örgütlenmeye en çok gereksinim duyduğu günümüzde yaşanan parti bunalımı, aynı zamanda bir demokrasi bunalımıdır. Halk, politik karar süreçlerinden kesin bir biçimde uzaklaştırılmış, üstelik bu demokrasi adına yapılmıştır. Oysa demokratik haklar ve örgütlenme özgürlüğü uzun savaşımlar sonucunda, siyasi demokrasinin ön koşulu haline gelmişti. Şimdi yalnızca örgütlenme özgürlüğü değil, siyasi demokrasi tümüyle denetim altına alınmıştır.
Maurice Duverger, kitlelerin örgütlenme özgürlüğüne ve yöneticilerini seçme hakkına sahip olmasını, demokrasinin koşulu saymış ve 1950 yılında şunları söylemişti: “Demokrasiyi gelişim süreci içinde, kendi bünyesinde sakladığı zehirlere karşı korumanın gerçek yolu; onu çağdaş yöntemlerden koparmadan, kitlelerin örgütlenmesine ve kendi yöneticilerini seçip yetiştirmesine olanak verecek bir düzen haline getirmekten geçecektir. Bu yapılmadığında, demokrasi boş bir biçim, gerçek dışı bir görüntü haline gelecektir”.5

“Hapishane Demokrasisi”

Partileşme önüne çıkarılan görünür–görünmez engelleri aşmayı başararak halka ulaşabilen düzen karşıtı partiler, yönetime yaklaştıkları oranda yeni baskı ve engellemelerle karşılaşacaktır. Bu aşamada parti yöneticilerini bekleyen, artık siyasi demokrasinin ilkeleri değil; gözkorkutma, mahkeme ve hapishane demokrasisinin karanlık işleyişidir. Buna karşın, yine de siyasi partiler en sağlıklı gelişme ortamını göreceli olsa da, yararlanmasını bilenler için demokrasi denilen siyasi denge içinde bulacaktır. Dengenin çarpıklığı bu gerçeği değiştirmeyecektir.
Yönetim için savaşım, yönetenlerle yönetilenler arasındaki, güce dayanan bir denge sorunudur. Siyasi savaşımın üzerine örtülen “demokratik” örtünün türü ve kullanılan yöntemler ne olursa olsun sonucu, her zaman ve her koşulda güç belirleyecek ve güçlü olan yönetimi ele geçirecektir. En kısıtlı örgütlenme hakkı bile, onu kullanmasını bilenler için, sonu yönetim erkine ulaşacak bir savaşımın başlangıcı olacak ve demokratik haklar örgütlü mücadele içinde gelişecektir. Bu süreçte parti savaşımı demokratik hakları, demokratik haklar da parti savaşımını güçlendirecektir. Prof.Dr.Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler adlı yapıtında bu konuda şöyle söylemektedir: “Hürriyetle siyasetin bulunmadığı yerde, partinin yaşamasına imkân yoktur. Partilerin doğup yaşayabilmeleri için demokrasi iklimi gereklidir”.6

DİPNOTLAR

1       “Darbenin Çatlağından Bakınca” Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet 17.04.2002
2       a.g.y.
3       “Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi” Karl Marx–Friedrich Engels, Sol Yay., 1 Bas., sf. 108
4       “İktidar” Bernard Russel sf. 36-38, ak. Prof.Dr.Çetin Yetkin “İktidar” Süreç Yay., 1987, sf. 61-62
5       “Siyasi Partiler” Maurice Duverger, Bilgi Yay., 2.Bas., 1974, sf. 542
6       “Türkiye’de Siyasi Partiler”, Prof.Dr.Tarık Zafer Tunaya, ARBA Araş.Yay., Tic. Kasım 1995, sf.8







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder