4 Ağustos 2016 Perşembe

TÜRKİYE’DE İŞBİRLİKÇİLER



İşbirlikçilik, emperyalizmin sömürge ve yarı-sömürgelerde uyguladığı politikanın en önemli unsurudur. Büyük devlet ölçütlerine göre seçilen ve ülkelerinde etkin görevlere getirilecek işbirlikçi adayları, devlet fonlarıyla beslenen kurumlarda eğitilir ve ülkelerine gönderilir. 20.Yüzyıl başında İngilizler bu politika için; “kediyle dövüşeceksen bir kedi bul” diyordu. ABD Dışişleri Bakanı Mc. Namara ise 1962 yılında Kongre’ye şu bilgileri veriyor: “Birleşik Devletler ve yabancı ülkelerdeki askeri okullarımızda ve eğitim merkezlerimizde seçme subaylar ve önemli mevkilerde bulunacak uzmanları eğitmemiz askeri yardım yatırımlarımızdan sağlanan yararların herhalde en önemlisidir. Bu öğrenciler, ülkelerine dönüşlerinde eğiticilik görevlerini orada sürdürecek olan ve hükümet yetkililerince seçilmiş görevlilerdir. Bunlar gerekli bilgilerle donatılmışlardır. Onlar burada edindikleri bilgileri kendi ülkelerine taşıyacak olan geleceğin liderleridir. Amerikalıların ne yapmak istediklerini ve nasıl düşündüklerini gayet iyi bilirler. Bunların liderlik mevkilerine gelmelerinin bizim için ne kadar önemli olduğunu belirtmeye ayrıca gerek görmüyorum. Böyle dostlara sahip olmanın değeri ölçülemeyecek kadar çoktur”.(y)

“Yerli Misyonerler”

Fransa Maliye Bakanlığı Müşaviri ve Osmanlı Devleti’nden alacağı olan devletlerin Hesap Komisyonu Başkanı Daniel Ducoste 1889 yılında şunları söylüyordu: “Şimdi Türkler hızla borçlanmaktadırlar. Ancak yirmibeş yıl sonra Osmanlı toplumunda borçlanmaya karşı muhalif unsurlar ortaya çıkacaktır. İşte o zaman gerek alacaklarımız ve gerekse bunların faizleri tehlikeye düşecektir. Bu nedenle Osmanlı Devletinin maliyesi, ekonomisi ve servetleri üzerindeki çıkarlarımızı koruyabilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız var. Ben, bu ‘yerli misyonerlerin’, bizden ve yapacağımız siyasi baskılardan çok daha yararlı olacağı kanısındayım. Bunlar, Türk halkına kendi dilleri, kendi ikna yöntemleri ile yaklaşma olanaklarına sahiptirler. Bu ‘yerli misyonerler’ alacaklarımızın, bir ya da birkaç yüzyıl teminat unsurlarının en önemlilerinden biri olacaktır”.1
Daniel Ducoste’nin 19.yüzyılda yaptığı bu saptama, işbirlikçiliğin manifestosu gibidir. “Yerli misyonerler”, Türkiye’yi Atatürk Dönemi dışında yüz yılı aşkın süre yönetmiş ve yabancı çıkarların “teminat unsuru” olarak çalışmıştır.

İşbirlikçiliğin İlk Adımı; Yabancı Hayranlığı

Gelişmiş ülkelere hayranlık, kökleri geçmişe dayanan eski bir geri kalmış ülke alışkanlığıdır. Tanzimat Fermanı’nın ortaya çıktığı 19.yüzyıl ortalarında, yüzyıllar süren saray politikalarıyla toplumun kültürel kaynakları o denli kurutulmuş, eğitim o denli ilkelleştirilmişti ki, ulusal kimliğin beyni olacak aydınlar ortaya çıkmıyordu.
Olayları ve gelişmeleri gerçek boyutuyla ele alıp irdeleyecek siyasi kadro yoktu. Kolaycılıkla birleşen boyun eğici ve öykünmeci (taklitçi) eğilimler yaygınlaşıyor, özgüvenden yoksun ve kişiliksiz “aydınlar” ve “yöneticiler” ortaya çıkıyordu. Tanzimat kararlarını, “bir anayasa çıkışı” olarak ele alıp kendilerini “Araplaşmaya dayanarak medeni Batı dünyasıyla” bütünleşmeye yönlendirmiş bu “aydın” ve “yönetici” türü, varlığını bugüne dek sürdürdü. Yozlaşma ve yabancılaşma son 15 yılda yoğunlaştı ama bu işin kökleri çok eskiye gidiyordu.

Osmanlı ve Enderun Devşirmeleri

Osmanlı padişahları, imparatorluğun uyrukları içinde tahta rakip çıkarabilecek tek unsur olan Müslüman Türk uyruklarına sistemli baskı uygulamıştır, onların yönetimden uzak tutmayı devlet politikası haline getirmiştir. Bu tutum, doğal olarak, devleti yönetecek kadroların, Hıristiyan unsurlar içinden seçilmesine yol açmıştır. Genellikle 14-18 yaş kümesi içinde kalan, sağlam vücutlu, akıllı Hıristiyan çocuklar seçilip eğitilmek üzere İstanbul’a taşınmış; yabancılardan oluşan devşirme bir yönetici sınıf yaratılmıştır. Yozlaşma ve yabancılaşmayı,  bağlı olarak da işbirlikçiliği devlete taşıyıp yerleştirenler bunlardır.

Devşirmelerin Gücü

Görünüşte devlete yüksek hizmetler veriyorlardı; padişahın sadık kullarıydılar; onun her isteğini yerine getiriyorlardı... Ancak, 14-18 yaşında zorla Müslüman yapılan bu insanların, geçmişlerini unutmaları, ondan tümüyle kopmaları olanaksızdı. Ne tam Müslüman oldular, ne de Hıristiyan kaldılar; ne etnik kökenlerini unuttular, ne de yeni kimliklerini benimsediler. Ne olduğunu bilmeyen ya da ne olmadığını bilen, kişiliksiz ve güvenilmez bir insan türü olarak, devlet politikalarına yön verdiler ve İmparatorluğu çöküşe götüren nedenlerden biri durumuna geldiler. Hiçbir erdeme sahip değildiler ancak ilke durumuna getirdikleri bir tutumları vardı: Türklere ve Türklüğe karşı nefret duyuyor ve devlet politikalarıyla örtüşen bu nefreti, genel bir tutum durumuna getiriyorlardı.
Devşirmeler, kökü silinmek istenen türedi bir kuşaktı. Görünüşte; ailesini, soyunu sopunu yadsımış, belleği ve kimliği yok edilmişti. Yalnızca Osmanlıydı. O bir ailenin bireyi değil, padişahın kuluydu; bir insan değil, adeta bir makineydi.2
Bilinçli izlencelerle (programlarla) kişiliksizleştirilen devşirmeler, bu niteliklerine karşın; yüksek yönetim yetkileri, dolgun ücret, siyasi ve idari ayrıcalıklarla donatılmışlar ve devleti yöneten yerlere getirilmişlerdi. Ancak, can ve mal güvenliğinden yoksun biçimde yaşıyorlardı. Bu konumlarıyla üst düzey devşirmeler, sürekli ölüm korkusu içinde yaşayan ruh hastası durumundaydı.
Devşirmeler, gerçek görüşlerini hiçbir zaman açıklamazdı; yalancı ve ikiyüzlüydüler. Peşinde koştukları tek değer, para ve yönetim gücüydü. Osmanlı Devletine gizliliği, ihanet ve entrikayı bunlar yerleştirdi. Rüşvet, vurgunculuk (ihtikâr), karaborsa, yasadışı gelir (ihtilas), ve adam kayırma’yı (iltimas) neredeyse yasal duruma bunlar getirdi.

Türkler; Kendi Ülkesinde Tutsak

Devşirme etkinliği, Fatih döneminde başlatılan devlet yönetimini Türkler’den arıtma (tasfiye) eylemi ve I.Selim (Yavuz) (1512-1520) döneminde halk üzerinde şiddetli bir baskıyla bir felaket halini aldı. Türkler’e karşı olumsuz bakış, devşirme düzeninin daha ilk döneminde, çok açık biçimde ortaya konmuştu.
II.Murat döneminde başlatılan, Fatih Kanunnamesi ile yasalaştırılan uygulamalarla Türkler, kendi ülkelerinde Hıristiyan ya da Musevi azınlıklar kadar bile hakkı olmayan, ikinci sınıf uyruk durumuna getirilmişti. Yönetim organlarında görev alıp yükselmek bir yana, etkili devlet kurumlarına ve bu kurumlara yönetici yetiştiren okullara giremiyordu.
 Sadrazamı, padişahtan sonra devleti temsil edecek en yetkili kişi (naip) yapan Fatih Kanunnamesi, devlete asker ve sivil yönetici yetiştiren ve yüksek nitelikli eğitim veren devşirme okullarına alınmayacak olanları şöyle sıralıyordu: “Yahudiler, Müslümanlar, çobanlar, sığırtmaçlar, doğuştan sünnetli olanlar, çok uzun ya da kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, köseler, keller, Gürcüler, Çingeneler, Kürtler ve Türkler”.3

19.Yüzyıl Yozlaşması

19.Yüzyıl’da, kendilerini Batı’lı gibi görüp, köklerinden koparak yozlaşan, halkla ilişkisi olmayan, topluma yabancılaşmış yeni bir “aydın” ve “yönetici” türü ortaya çıktı. Bunların devlet kadrolarında üst düzey görevleri doldurması, doğal olarak kamusal işleyişin daha da çok bozulmasına neden oldu.
Kamu görevlileri ve “aydınlar”, “kara cahil” bir “sürü” olarak gördükleri halka hizmet etmek bir yana, ondan “tiksinti” duyan ve uzak durmaya çalışan garip insanlar haline geldiler. Batıcılık bir modaydı artık ve bu moda tam anlamıyla bir Batı çılgınlığıydı.4
Lalaların yerini mürebbiyeler, geleneksel davranış biçimlerinin yerini Batılı tavırlar aldı. Fransızca öğrenmek ve Fransız jargonuyla (Jargon: bozuk, yanlış hatta anlaşılmaz konuşma) konuşmak, uygar olmanın göstergesi haline geldi. Kültürel bozulma ve yozlaşma o denli yoğunlaştı ki, Türk ve Türklük, geriliği ve ilkelliği temsil eden bir aşağılama sözcüğü olarak kullanıldı.
Dönemin tanzimatçı “aydınlarından” Prens Sebahattinci ve İngiliz yanlısı Abdullah Cevdet, işi, “Türk ırkının ıslahı için” dışardan “damızlık erkek” getirilmesini istemeye dek götürdü. “Batı medeniyeti, ona ancak uyulabilecek, karşı durulursa yerle bir edici coşkun bir seldir... Neslimizi ıslah edip güçlendirmek için, Avrupa ve Amarika’dan damızlık erkek getirmeliyiz” diyen yazılar yazdı.5

Günümüz

Günümüzdeki yabancılaşma ve yozlaşmanın, bağlı olarak işbirlikçiliğin, kapsamı genişlemiş ve kültürsüzlüğün kültürü haline gelmiştir. Arapçılık ve Batıcılık akımları, birbirinin içine girerek ve iletişim teknolojisinin sunduğu olanaklarla halkı neredeyse esir almış durumda.
Dünün Batı hayranı yozlaşmış aydınları, bugün hırçın küreselleşmeciler, dünün Batı düşmanı imanlı dindarları bugün gönüllü emperyalizm savunucuları oldu. Aralarına liberalleşen “solcuları” da alarak, ortak paydası akçeli işler olan ilişkilerde birleşiyorlar. Yazgılarını birleştirerek, aynı yolun yolcusu yurt ve ulus karşıtları olarak işbirlikçiliğin yöntemlerini zenginleştiriyorlar.

Yönetici Olmanın Koşulu

Bugün, dışa bağımlı kılınmış ülkelerde, yönetici olabilmenin geçerli yolu; büyük devlet politikalarını tartışmasız kabul etmek, bunları içte ve dışta uygulamaktır. Yönetime gelmeyi ve süresini belirleyen ölçüt, küresel politikalara göstereceği uyumdur.
Bağımsızlık yanlısı ulusçu kadroların yönetici olmaları, artık çok güç hatta olanaksızdır. Bu tür “unsurlar” yönetime gelseler bile, önlerine çıkarılacak engelleri sürekli olarak aşmak zorundadır. Son elli yıl içinde bu engellere takılarak yönetimden uzaklaştırılan birçok azgelişmiş ülke yöneticisi vardır. Musaddık, Goulart ve Allende bunların en çok bilinenleridir.

Türkiye’de Durum

1960’lı yılların sonlarında, ABD hükümeti, Amerikan Yardım Teşkilatı’nın (AID) Türkiye’deki verimini saptamak için bir uzman göndermişti. Richard Podol isimli bu ‘uzman’ raporunda şunları söylüyordu: “yirmi yıldan fazla zamandan beri Türkiye’de faaliyette bulunan yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da KİT hemen hemen kalmamıştır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa sürede geçmeleri beklenir. AID bütün gayretlerini bu gruba yöneltmelidir. Geniş ölçüde Türk idarecilerini indoktrine etmek gerekir...”6 (İndoktrine; sözlük anlamı: Beyin yıkamak, bir inancı veya öğretiyi, kafaya sokmak, fikir aşılamak)
Richard Podol’un raporunda yazdıkları doğruydu. Devlet kurumlarının kilit yerlerinde görev yapan kadrolar el değiştirmiş, Cumhuriyet’e bağlı Atatürkçü kadroların yerine “Amerikan eğitimi almış” kişiler getirilmişti. İsmet İnönü, 1963 yılında Başbakanken şunları söylemişti: “Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurdan önce sefirden öğreniyorum...”7
Yarım yüzyıl önce “müsteşar” ve “genel müdür” düzeyindeki devlet orununa (mevkiine) “Amerikan eğitimi almış” kişileri getiren girişimin, bugün eriştiği düzeyi görmek güç değil. Artık; başbakanların, parti başkanlarının belirlenmesinde Washington etkili oluyor.
Azgelişmiş ülkelerde (gelişmişlerde de), yolsuzluk çamuruna bulaşmamış, karanlık ve karışık ilişkilere girmemiş hükümet yetkilisi ve üst düzey yönetici aramak, dünyada saf ırk aramak gibidir. Ele geçirilen yönetim yetkisi, ülke ve halkın haklarını korumak için alınan sorumluluklar değil, artık paranın, iktidar hırsının ve dışa hizmetin araçlarıdır.
Üçüncü bir sektör haline gelen bu ilişkiler, yazılı olmayan özel ‘yasalara’ sahiptir ve son derece profesyonelce yürütülür. Kimse kimsenin açığına bakmaz, herkes yurt dışı banka hesaplarındaki sıfırları arttırma çabası içindedir. Bunlar, temel özellikleri bakımından ülkeden ülkeye değişmeyen günümüz politikacılarının en belirgin tipidir. Seçimleri hep bunlar kazanır ve ülkeyi sırayla yönetirler.

DİPNOTLAR

(y)       Hearing, Washington, D.C. 1962 Vol.I. sf. 359 ak. H.Magdoff  “Emperyalzim Çağı” Odak yay. 1974 sf. 155

1          “Militan Atatürkçülük” Vural Savaş, Bilgi Yay., 2001, sf.35
2          “Kapıkulunun Tavsifi” Muhittin Birgen, ak. Zeki Arıkan, “Tarihimiz ve Cumhuriyet” Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997,  sf.127
3          Ana Britannica, 10.Cilt, sf.100
4          “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” İletişim Yay., 6.Cilt, sf.1790
5          “Türkiye Tarihi 3-Osmanlı Devleti 1600-1908” Cem Yay., 4.Bas., İst-1995, sf.359 ve “Türkiye’nin Düzeni” D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Bilgi Yay., 5.Bas., Ank.-1971, sf.162
6          “Bitmeyen Oyun” Metin Aydoğan, Umay Yay., 11.Baskı, 2002, sf..90
7          “Bitmeyen Oyun” Metin Aydoğan, Umay Yay., 11.Baskı  2002, sf.90










3 yorum:

  1. Ölmüşüz de haberimiz yok desene hocam.

    YanıtlaSil
  2. Gerçekten çok güzel anlatmışsınız,hayran kaldım ,işte bugün içinde yaşadığımız gaflet,in ve istikrarsızlığın(ekonomik ve sosyal) sebebi, bu anlattıklarınız . Hepsi bukadar işte.

    YanıtlaSil