22 Nisan 2016 Cuma

DEMOKRAT PARTİ VE AKP (ADNAN MENDERES’TEN RECEP TAYYİP ERDOĞAN’A)



Demokrat Parti, 1950-1960 arasında aralıksız on yıl Türkiye'yi yönetti. Siyasi ve ekonomik uygulamaları, 60 yıl sonra Kemal Derviş’in Dünya Bankası’ndan getirdiği ve AKP hükümetlerinin uyguladığı programın hemen aynısıydı. DP Programında, (20, 21, 24, 43 ve 74. maddeleri); “yerel yönetimlere yetki devri, devletin küçültülmesi, liberal ekonomi, devlet tekellerinin özelleştirilmesi, yabancı sermaye teşviği ve iç-dış borçlanma” nın gerekli olduğu yer alıyordu. Bunların tümünü şimdi AKP uyguluyor. Adnan Menderes, “istersek hilafeti de getiririz”, “odunu koysam seçtiririm” diyordu; Recep Tayyip Erdoğan, hilafeti getiriyor, dilediğini seçtiriyor. Yetmiş yıl öncesinden gelen ve birçok kişi için şaşırtıcı olan bu benzerlik; emperyalizmin, Türkiye’de Atatürkçülüğün yok edilmesine verdiği önemin ve sabrın bir göstergesidir.

Siyasete Yön Verenler

Demokrat Parti, savaş sonrasında ABD öncülüğünde kurulmakta olan Yeni Dünya Düzeni’nin bilinen koşulları içinde ortaya çıktı/çıkarıldı. Çok partililiği dayatan ve bunu Birleşmiş Milletler’e katılmanın koşulu yapan ABD’ydi. Türkiye’nin siyasi düzenine biçim verirken, “Türkiye’de iktidar da muhalefet de Birleşik Devletler yanlısı olacak” diyorlardı. Bu ereği, Demokrat Parti’den başlayarak bugün yönetimde olan AKP’ye dek gerçekleştirdiler. Demokrat Parti’nin söyleyip yaptıklarıyla, AKP’nin uygulamaları birlikte değerlendirildiğinde, emperyalizmin amacı yönünde ne denli başarılı olduğu görülecektir.
1950’lerinTürkiye’yi, çoklu parti düzenine hazır değildi. Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’yle aynı toplumsal yapıya dayanmak zorundaydı. Türkiye, Atatürk’ün 1923’te yaptığı sınıfsal saptamaları büyük oranda koruyor ve köylülüğe dayanıyordu. Ayrımlı siyasi partileri gerekli kılacak sınıflar henüz oluşmamış, uluslaşma süreci henüz tamamlanmamıştı. CHP ve DP’nin 1950-1960 arasındaki düzeysiz çatışmanın nedeni, kitlesel tabanın ortak olmasıydı.
1950-60 arasında yaşanan çatışmalar sürecini, belki de en iyi biçimde Yakup Kadri Karaosmanoğlu yansıtır. Anılarında, o dönemi sorgularken şunları yazar: “Ve iki kişi arasındaki (İnönü-Menderes) kördöğüşüne katılmaktan kim kurtulabilmişti? O kördöğüşünün sarmadığı hiçbir kent, hiçbir kasaba, hiçbir köy hatta hiçbir dağbaşı bırakılmamıştı. Evlere, okullara, mabetlere kadar yayılmıştı. Evladı babayla, kardeşi kardeşle, dostu dostla saç saça baş başa getirmişti... Ben gençliğimin en olumlu, en verimli ve en mutlu çağını Atatürk’ün büyük ve ihtişamlı döneminde yaşamış bahtiyarlardan biriydim. Ve şimdi içinde bulunduğum dönemde kendimi, yüksek bir yayladan çukur ve bataklık bir vadiye düşmüş hissediyordum. Bir zamanlar her soluk aldıkça canıma can katan o yayla havasından sonra, buranın mikroplu ikliminden ‘habis’ bir sıtmaya tutulmuş gibiyim”. 1

Kuruluş

Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da kuruldu. Kuruluşun görünürdeki nedeni, dört CHP milletvekilinin (Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü) 1945 Haziran’ında Meclis’e, “TBMM’nin hükümeti denetleyebilmesi, Anayasa ile bağdaşmayan yasaların değiştirilmesi ve seçimlerin serbestçe yapılması için” önerge vermeleriydi. “Dörtlü takrir” diye ünlenen önergeleri “reddedilen” bu milletvekillerinden üçü CHP’den çıkarıldı, Celal Bayar istifa etti.
Dört milletvekili, zaman yitirmeden yeni bir parti kurmak için, basın yoluyla karşıtçılığa (muhalefete) başladılar. Demokrasiye ve çok partililiğe geçiş olarak tanımlanan süreç böyle başladı.
Demokrat Parti’nin ilk genel başkanı, Cumhuriyet döneminin etkili isimlerinden Celal Bayar oldu. Bayar, Cumhurbaşkanı seçilince Adnan Menderes Genel Başkan oldu.

Yapay Sertlik

Daha başlangıçta uzlaşmaz bir karşıtçılık yürüteceği anlaşılan Demokrat Parti, Nisan 1946’daki belediye seçimlerini boykot etti ancak Temmuz’da yapılan genel seçimlere katılma kararı aldı. Mareşal Fevzi Çakmak’ı, listesinden bağımsız aday gösterdi ve örgütlenmesini tamamlayabildiği yerlerde seçime katılarak 62 milletvekili çıkardı.
Bu sonuç, çoğunluk dizgesinin uygulandığı bir seçimde, yeni kurulan bir parti için büyük başarıydı. Buna karşın, seçimden hemen sonra, 465 milletvekilliği için ancak 273 aday gösterebilmiş olmasına ve somut bir kanıta dayanmamasına karşın, “seçimde hile yapıldığı ve iktidara gelmelerinin önlendiği” savıyla saldırgan bir siyasi savaş başlatıldı, mitingler düzenlendi. İstanbul basını, genel olarak Demokrat Partiyi, özel olarak da giriştiği eylemleri destekledi.
Genel seçimlerden altı ay sonra, 7 Ocak 1947’de Birinci Büyük Kurultay düzenlendi ve partinin “savaşım yöntemleri” saptandı. Kurultaya katılan kimi delegeler, saldırgan bir ataklık içindeydiler. “Devrimden, ihtilalden, hürriyet için ölmekten” söz ediliyor; “isyanın, ihtilalin bir hak olduğu", ileri sürülüyordu. 3

“Hürriyet Misakı” ve Demokrat “İhtilalciler”

“Hürriyet Misakı” (Özgürlük Andı) adı verilen ünlü bildiri, bu Kurultayda kabul edildi. Bildiriyi hazırlayan Adnan Menderes’in başkanı olduğu Ana Sorunlar Komisyonu, komisyonundan çok, bir devrim karargahı havasındaydı. Bir üye bu havayı daha sonra şöyle anlatacaktır: “Kendimizi Fransız İhtilali’nin ilk isyancıları gibi görüyorduk. 1946 seçimlerinde, değil millet olarak, kişi olarak da tahammül edilmesi mümkün olmayan bir zulme uğradığımız kanısındaydık. Kimimiz Danton, kimimiz Robespier gibi konuşuyordu. Daha sonra bize Mareşalin: ‘Karılarınızın ırzına geçer gibi reylerinizi çaldılar’ diye çıkışacağı bir oy hırsızlığına inanmışız... Komisyonu etkimiz altına alıyoruz. Toplu harekete geçmek, ayaklanmak ve bütün milleti ayaklandırmaktan söz ediyoruz. Bir komisyon değil, sanki tek bir kibritle parlayacak petrole bulanmış bir bez yumağı gibiyiz”. 4
Demokrat Parti'lilerin başlattığı “isyanın” altında Fransız İhtilali değil, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e saldırı vardı.

“Husumet Andı”

Haziran 1949’da yapılan İkinci Büyük Kurultay, aynı hava içinde, üstelik daha da sertleşerek, hükümete gözdağı veren söylevler, yasadışı gözkorkutmalar (tehditler) içinde yapıldı. Aradan geçen iki yıl içinde ülkenin birçok yöresinde mitingler yapılmış, yurtiçi-yurtdışı ilişkiler geliştirilmiş ve aşırı bir özgüven havası içine girilmişti. Birinci Kurultay’da kabul edilen Hürriyet Misakına benzer biçimde, bu kurultayda “Husumet Andı” (Düşmanlık Andı) adı verilen ve hükümete yöneltilen gözdağı niteliğinde olan bir başka bildiri kabul edildi.
1950’de yapılacak seçimler için izlenecek yol ve yöntemin belirlendiği “HusumetAndı”nda; “Hürriyet Misakı”nda dile getirilen konuların hükümet tarafından yeterli özenle ele alınmadığı, anti-demokratik yasaların değiştirilmediği ve seçim güvenliğini sağlayacak değişikliklerin yapılmadığı dile getiriliyordu. CHP'nin, “bir tertip hazırlığı içinde” olduğu söyleniyor, bu tertibin “ayaklanma dahil her yolla” önleneceği açıklanıyordu. 5

Saldırganlık

İkinci Büyük Kurultay’da Türk Ceza Yasasına göre suç olan konuşmalar yapıldı. Ancak, hükümet konuyla ilgili yasal bir girişimde bulunmadı. İzmir Milletvekili Mehmet Harmandalı Kurultay’da, “Oylarımıza tecavüz edenlere, ırz ve namusa tecavüz edenlere yapılan muamelenin aynısı yapılacaktır” derken; Manisa’nın bayan delegesi Ümmü Balâ, “Gerekirse silah kuşanacağım” dedi.
Manisa’nın gözleri görmeyen delegesi Nuri Kuşçuoğlu’nun sözleri, son derece “etkileyiciydi”. Delegelere, “Seçim sandığının başında çekilen ızdırabı bir kör görür ve bağırırsa, gözü gören nasıl bağırır ve ne yapar siz düşünün” diye seslendi. İstanbul Delegesi Ali Çekiç, ayaklanmanın gerektiğinde yasal bir hak olduğunu ileri sürdü: “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisi’nin 13.maddesi, insanlara zulme karşı isyan hakkını vermiştir” diyerek sözlerine yasallık kazandırmaya çalıştı. 6

Seçimler ve Yönetim

Demokrat Parti, 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde oyların yüzde 53,3’ünü alarak 487 milletvekilliğinden 408’ini kazanıp yönetime geldi. Arkasında her türlü yasal değişikliği yapabilecek bir meclis çoğunluğu ve Dünya Savaşı sonrası koşullarının yön verdiği dış destek vardı. Cumhuriyet Halk Partisi, birçok uluslararası ve özellikle ABD ile değişik ikili anlaşmalar imzalamış, Demokrat Partiye benzer anlaşmalar için gerekli siyasi ortamı hazırlamıştı.
Türkiye’nin uluslararası siyaseti, sanıldığı gibi, 1950’den sonraki DP yönetimince değil, daha önceki CHP hükümetleri tarafından Batıya bağlanmıştı. Batıya bağlanma şimdi, Demokrat Parti tarafından üstelik daha da yaygınlaştırılarak sürdürülecekti.

Korunmasız Cumhuriyet

Cumhuriyet devrimlerini koruyan devrimci bir istenç (irade) artık yoktu. Demokrat Partinin ödüncü tutumuna karşın, Terakkiperver ya da Serbest Fırkanın yaşadığı sonla karşılaşma olasılığı pek görülmüyordu.
Bastırılmış duygular, geçmişe dayanan siyasi kinler ve tutucu özlemler ve gericilik hızla yayılıyordu. Bu tür olumsuzluklar CHP döneminde başlamıştı ama DP döneminde artarak yoğunlaşıyordu. “Demokrat Partinin iki yüz yıl iktidarda kalacağı” ileri sürülüyordu.7

Menderes’in Konuşması

Adnan Menderes, 29 Mayıs 1950’de Meclis’te hükümet izlencesini açıklayan ve önemini belki de hala koruyan bir konuşma yaptı. Konuşmanın önemi, bugün de sürmekte olan Atatürk karşıtı bir anlayışın, alışılmadık bir ölçüsüzlük içinde dile getirilmesi ve Kurtuluş Savaşı dahil, Cumhuriyet döneminde yapılan hemen her şeyin yadsınmasıydı. Ulus-devlet karşıtlığına yönelen ve dış isteklere dayanan ekonomik-siyasi bir izlence, ilk kez bu denli açıklıkla dillendiriliyordu. Devlete karşı politika, resmen devlet politikası durumuna getiriliyordu.
Menderes konuşmasında; milletvekillerinin yüzde 84’ünü DP’lilerin oluşturduğu Meclis’in, Türkler’in tarihinde çok ayrı ve önemli bir yeri olacağını söylüyor ve “Yüksek kurulunuz, tarihimizde ilk kez, milli iradenin tam ve serbest biçimde gerçekleşmesi yoluyla milletin kaderine hakim duruma gelmiştir” diyordu. 8 “Milli iradenin” “tam ve serbest” olarak “tarihte ilk kez” gerçekleştiğini söylemek; Müdafaa-iHukuk, Birinci Meclis ve Kurtuluş Savaşında, millet istencinin tam ve serbest olarak gerçekleşmediği anlamına geliyor, onları yadsıyordu.
Bu tutum. Recep Tayyip Erdoğan’nın halk oylamasıyla Cumhurbaşkanı seçildikten sonra; “milli iradenin ilk kez Cumhurbaşkanını belirlediğini” söyleyerek kendinden öncekileri milli irade dışı saymasına benziyordu.

Atatürkçülüğün Yadsınması

Menderes geçmişi yadsıyan konuşmasının ilerleyen bölümlerinde daha açık olarak dile getirecekti. Atatürk dönemi dahil, kendisinden önceki yılların siyasi olarak yitik yıllar olduğunu açıklayacak ve bu yıllarda yürütülen yanlış politikalarla ülke gelişmesinin önlendiğini ileri sürecektir: “Ülkemizin geniş imkanları ve milletimizin yüksek nitelikleri göz önünde tutulacak olursa, uzun yılların boşuna harcandığı ve hatta ülkenin doğal gelişiminin hatalı ve sakat politikalarla engellenmiş olduğuna karar vermek gerekir. Milli ve siyasi denetimden uzak bir yönetimin, çok uzun yıllar sürüp gitmesi, birçok hataların yapılmasına, gereksiz harcamalara ve aşırı davranışlara yol açmıştır. Böylece zamanla; müdahaleci, bürokratik ve tekelci bir devlet tipi ortaya çıkmıştır”. 9
Menderes aynı konuşmada, 14 Mayıs seçimlerinin “bir döneme son veren” ve “yeni bir dönem başlatan benzersiz önemde” bir olay olduğunu, bu seçimlerle, ülkede “şimdiye kadar yapılanlarla kıyaslanamayacak önemde bir devrimin” gerçekleştiğini ileri sürdü. Konuşmanın sonuna doğru, abartılı savlarını sınırsızca genişletti ve Demokrat Partinin seçim başarısının o güne dek görülmüş olan, “gelmiş geçmiş bütün devrimlerin en yüksek aşaması” olduğunu söyledi. 10

Tanzimatçı Anlayış

Demokrat Parti ve kurduğu hükümetlerin izlenceleri, Hürriyet ve İtilaf ya da Terakkiperver Cumhuriyet Fırka izlencelerinde anlamını bulan, yüzyıllık tanzimatçı görüşlerin yinelenmesiydi. Menderes, ilk hükümet izlencesinde; “devlet işletmelerinin ekonomik olarak verimsiz” kuruluşlar olduğunu, “devlet ormancılığının halka ızdırap” verdiğini bu nedenle “mevcut sisteme kesinlikle son” verileceğini, “devlet harcamalarının asgari hadlere” çekileceğini söylüyordu. “Özel teşebbüsün kendisini güven içinde hissedeceği” önlemler alınacak, “üretim hayatı devletin zararlı müdahalelerinden ve her tür bürokratik engelden” kurtarılacak, “Devlet tekel işletmeciliği en aza” indirilecekti. 11
Parti izlencesinin 20 ve 21.Başlamların’da (Maddelerin’de) yerel yönetimlere yetki devri, 24.Başlam’da devletin küçültülmesi 43.Başlam’da liberalizm, 48.Başlam’da KİT satışları, 51.Başlam’da devlet tekellerinin özelleştirilmesi, 74.Başlam’da ise iç ve dış borçlanma gerekliliği söyleniyordu. 20 ve 21.Başlamlarda söylenenler şöyleydi: “İl genel meclisleri, özel idareler, belediyeler (yerel yönetimler); bütçelerini düzenleme ve uygulamada olduğu kadar diğer bütün görevlerini yerine getirmede, gereken genişlikte yetkilerle donatılmalıdır... Şehir sınırları içindeki kara ve deniz araçlarının ve ticari işletme niteliğindeki diğer genel hizmet işletmelerinin, belediyelere devrini tabii görüyoruz...” 12
24.Başlam, kamu çalışanlarının “sayıca az, fakat yüksek nitelikli ve verimli” olması gerektiğini belirtiyor, “memur sayısını artırma yönündeki eğilimlerin önüne geçilmesi kesin bir zorunluluktur” diyordu. 48.Başlam’da ise şunlar yazılıdır: “Devlet tarafından kurulmuş olan ve programın 45.maddesinde yazılı niteliklere sahip işletmeler dışında kalan tüm devlet işletmeleri, elverişli koşullarla özel teşebbüse devredilmelidir”. 13 51.Başlam’daki anlayış, 48.Başlam’ın hemen aynısıdır: “Gelir amacıyla kurulmuş olan ve bizzat devlet tarafından işletilen, bu nedenle de ülkede iş hacmini daraltan, hayatı pahalılaştıran tekel fabrikalarının, elverişli koşullarla özel teşebbüs ve özel sermayeye devredilmesinden yanayız”. 14

İstanbul Basını

İstanbul basını Demokrat Partiyi, kuruluşuyla yönetime gelişi arasındaki dört yıl içinde, giderek artan bir yoğunlukla destekledi. Yönetime geldiğinde ise bu desteği coşku ve yaranma kampanyasına dönüştürdü. İstanbul basınının bugün AKP ve R.Tayyip Erdoğan’a yaptığı desteğin hemen aynısı, 1950’lerde Demokrat Parti ve Adnan Menderes’e yapıldı.
Hürriyet gazetesinin sahibi Sedat Simavi’nin o günlerde yazdığı başyazı, İstanbul basınının ortak duygularını dile getirir nitelikteydi ve şöyleydi: “Çok teşekkür ederiz, Celal Bayar bizi yeni bir başbakana kavuşturdu. (Bayar Cumhurbaşkanı olmuş ve hükümeti kurma görevini Menderes’e vermişti y.n.). Yıllardan beri muşmulalaşmış insanların işe yaramaz uygulamalarını o kadar kanıksamıştık ki, onları eleştirmek bile içimizden gelmezdi. Adnan Menderes’in başbakanlığa getirildiğini duyunca, adeta kulaklarıma inanamadım. Şu anda; taptaze şahsiyetlere, yepyeni bir anlayışa, fedakâr bir Cumhurbaşkanı'na sahibiz. Bütün bunlar, geleceğe güvenle bakmamız için çok güzel fırsatlardır”. 15

Ordu’da Ayıklama

İstanbul basınının “geleceğe umutla bakmasına” neden olan Demokrat Parti Hükümeti, işe ordunun üst kademesinde giriştiği büyük bir ayıklama (tasfiye) girişimiyle başladı. O günlerde, komutanlarının önemli bir bölümü Kurtuluş Savaşı gazisi olan ordunun, Atatürk’e bağlılığından çekiniliyor, hükümet kurulduktan bir hafta sonra 6 Haziran 1950’de, geleneklere aykırı biçimde, üst düzey komutanlar görevlerinden uzaklaştırılıyordu.
Ordudaki ayıklama konusunda Celal Bayar, “Bu kesin bir operasyon planıdır. Karşı çıkanlar olsa da bu plan başarılı kılınmalıdır” derken, Adnan Menderes, “Bu bir ‘İkinci Nizam-ı Cedit’ planıdır. Gerçekleştirmek iktidarımızın şerefi olacaktır” diyordu. 16

Karşı Devrim Uygulamaları

Ordudaki arındırmadan on gün sonra 16 Haziran’da, ezanın Arapça okunmasına izin verildi. Desteğini aldığı tutucu kesimleri memnun etmek için, radyoda dini yayınlar yapılmasına, köy okullarına din dersi konmasına ve dildeki Türkçeleşmeye son verilmesine karar verildi. Anayasa’nın adı yeniden Teşkilat-ı Esasiye Kanunu oldu.
Halkevleri ve halkodaları kapatıldı, mal varlıkları hazineye aktarıldı. Adnan Menderes, 4 Mayıs 1951’de Mecliste yaptığı konuşmada, “Halkevleri, halkodaları faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür. Bunlar sosyal yapımız içindeki tümüyle gereksiz, boş, geri ve yabancı unsurlardır” diyordu. 17
Oysa Menderes, Halkevleri’nin kurucularından biriydi ve 15 yıl bu kuruluşun denetmenliğini (müfettişliğini) yapmıştı. 1930 yılında Halkevleri’nin açılış törenlerinde yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Milletimizin yükselmesi yolunda her şeyi gören ve sezen büyük Gazi, sosyal yaşantımızda çok derin bir boşluğu ve çok şiddetli ihtiyacı görmüş ve bu boşluğu doldurmak için Halkevlerinin temellerini atma şerefini de kazanmıştır”. 18
Menderes, 1930’larda aşırı övgülerle “her şeyi gören Gazi” olarak göklere çıkardığı Atatürk’ü, başbakan olduktan sonra önce yok saymaya, giderek ona karşı çıkmağa başladı. Gerçek karşıtlığı, kabul ettiği ve uyguladığı programlarla yapıyor ancak bu karşıtlığı söz ve açıklamalarla açıkça dile getirmekten de çekinmiyordu.
Yadsımacı savlarını o denli aykırı noktalara ulaştırmıştı ki, bu savları duyan kimi DP yöneticileri bile şaşırıp kalıyorlardı. Örneğin, Kurtuluş Savaşı’nın “Mustafa Kemal’in ihtirası” yüzünden uzadığını ileri sürmüş, şunları söylemişti: “Kurtuluş Savaşı diyorsunuz. Bu savaş pekâlâ üç ayda bitebilirdi. Bunun yıllarca uzatılmasına Mustafa Kemal’in yerleşme ihtirasları... (neden olmuştur y.n.)” 19

Dışa Bağlanma

Demokrat Parti Hükümeti, kuruluşundan iki ay sonra 25 Temmuz 1950’de, kendi içinde aldığı bir kararla, dolaylı bir ABD-Sovyet çatışması olan Kore Savaşı’na katılma kararı aldı. Yurt dışına savaşmak için asker gönderilmesine karşın, Meclis’te karar alınmamış, Türkiye’nin herhangi bir ilişki ve çıkarı olmadığı bir savaşa katılınmıştı. Anayasa’nın açık ihlali olan bu kararın eleştirilmesi, çıkarılan bir yasayla yasaklandı, Kore Savaşı’nı eleştirenlere hapis cezası getirildi.
Yolluk ve aylıkları Türk hükümetince ödenerek 5090 kişilik bir birlik Kore’ye gönderildi. Üç yıl süren savaşlarda 721 asker yitirildi. 20 ABD isteğiyle gerçekleştirilen bu girişim için, hiçbir haklı gerekçe gösterilemedi, yalnızca garip açıklamalar yapıldı. Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu, “Kore’de bir avuç kan verdik ama böylece büyük devletlerarasına katıldık” dedi. 21

NATO’ya Giriş

18 Şubat 1952’de NATO’ya girildi. Bu olay, Meclis’te ve İstanbul basınında bir zafer havasıyla kutlandı. Oysa kutlama yapmak bir yana, Birinci Dünya Savaşı’nda orduyu Alman generallerine teslim eden anlayışı ve Mustafa Kemal’in bu anlayışa karşı sürdürdüğü karşıtlığı bilenler için, kaygı ve üzüntü veren bir gelişme yaşanıyordu. Türkiye’nin ulusal savunmasının ana gücü ordu, bir dış örgütün buyruğuna, üstelik Atatürk’ün dostluk ilişkilerinin sürdürülmesini istediği Sovyetler Birliği’ne karşı kullanılmak üzere veriliyordu.
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Lizbon’da, Türkiye’nin katıldığı ilk NATO toplantısında yaptığı konuşmada: “Karşınızda büyük bir istekle ve kayıtsız şartsız işbirliği zihniyetiyle hareket etmeyi ilke edinen bir Türkiye bulacaksınız” diyordu. 22

Batı Savunuculuğu

ABD yönlendirmesiyle Bağdat ve Balkan paktlarına katılındı. Bağımsızlık savaşı veren Tunus, Fas, Cezayir’e karşı sömürgeci devletler desteklendi. Mısır’a karşı, İngiltere’nin yanında yer alındı. Azgelişmiş ülkelerin katıldığı Bandung Konferansı’nda Batı’nın savunuculuğu yapıldı.
Yabancı sermayenin özendirilmesi için Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol Kanunu çıkarıldı. Yatırıma dönüşmeyen dış borç alındı ve ağır koşullara bağlanmış borçlanma, yerleşik bir uygulama haline getirildi. Adnan Menderes, 29 Kasım 1955’te Çorlu’da yaptığı konuşmada dış borca dış yardım adı veriyor ve şunları söylüyordu: “Kıskançlar! Dış yardımı istemeyenler milli kalkınmayı istemeyenlerdir. Kalkınmaya engel olmak isteyenler, milli irade karşısında, karınca gibi ezileceklerdir”. 23

ABD’ne İşgal Yetkisi

İsmet İnönü’nün başlattığı ikili anlaşmalar, kapsamı ve uygulama alanları genişletilerek sürdürüldü. Sayısı ve niteliği bugün bile bilinmeyen bu anlaşmalardan en önemlisi, tam metni açıklanmamış olan 5 Mart 1959 anlaşmasıdır. Anlaşmanın basına sızan bölümlerinde, göründüğü kadarıyla, anlam bozukluğu içeren karışık tümceler ve yoruma bağlı net olmayan anlatımlarla çok çekinceli yükümlülükler altına giriliyor, ABD’ye Türkiye’ye askeri karışma (müdahale) yetkisi veriliyordu.

DİPNOTLAR

1                       “Politikada 45 Yıl” Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yayınları, 2.Basım 1984, sf. 222–224
2                       Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 5.Cilt, sf. 3008
3                       “Menderes’in Dramı” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. İstanbul 1969, sf. 198
4                       a.g.e. sf.198
5                       “Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya, Arba Yay., 2.Bas. 1995, sf. 652 – 653
6                       a.g.e. sf. 653
7                       “Menderes’in Dramı?” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. İst. 1969, sf. 206, 207 ve 251
8                       a.g.e. sf. 205
9                       “İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., 4.B., İst. 1983, 3.C., sf. 34 - 35
10                  “Menderes’in Dramı?” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. İst. 1969, sf. 206, 207
11                   “İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., 4.Bas., İst., 3.Cilt, sf. 37, 38
12                  “Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya, Arba Y., 2.B., sf. 664, 665
13                  a.g.e.  sf. 668
14                  a.g.e. sf. 668
15                  “İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. 4.Bas., İst. 1983, 3.Cilt, sf. 31
16                  a.g.e. sf. 52
17                  “Menderes’in Dramı?” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. İst. 1969,  sf. 218
18                  a.g.e. sf. 218
19                  a.g.e. sf. 219
20                  Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 11.Cilt, sf. 6984
21                  “İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., 4.Bas., İst. 1983, 3.Cilt, sf. 306
22                  a.g.e. sf. 1606
23                   “Menderes’in Dramı?” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. İst. 1969, sf. 294




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder