Özgürlüğe yönelik türe (adalet) duygusunun topluma
egemen kılınarak devlet politikası durumuna getirilmesi, eski Türklerdeki
yönetim biçiminin temel özelliğidir. Bu İslamiyetten önce de böyleydi, sonra da
böyledir. Türkler, Batı toplumları gibi köleci düzeni yaşamadı ve
devleti başından beri toplumun tümünü temsil eden toplumsal bir güç yaptı. Bu
tutum, onlara daha katılımcı, eşitlikçi ve daha özgürlükçü yönetim
biçimlerini kurma olanağını verdi. Batılılar bunu, sınıfsızlığın ve mülkiyetsizliğin
yarattığı geriliğin göstergesi saydı. Oysa, bu düzen söylenenlerin tam tersi;
her köken ve dinden geniş kitleleri kapsayan, onlara kendilerini geliştirme ve
ifade etme olanağı veren eşitlikçi bir içeriğe sahipti. İnsanlara,
yaşanabilir katılımcı bir ortam sunulmuştu.
Ülkemizde toplumsal muhalefetin ve siyasi tartışmanın yoğunlaştığı bir dönem yaşanıyor. Kendiliğinden gelişen kitlesel eylemlerin ve siyasi tartışmaların niteliğini yükseltmek amacıyla bu bloğu oluşturduk. Hiçbir parti, grup ve toplulukla bağımız yoktur. Yazar Metin Aydoğan'ın yazılarını yayınlayacağız. Düşünsel yaşamımıza katkı koyacağına inandığımız yazıların, bilimsel tartışmalara yol açmasını diliyoruz.
30 Mart 2016 Çarşamba
28 Mart 2016 Pazartesi
KAPİTALİZM VE DEMOKRASİ
Batıda, bir takım “erdemli” insanlar ortaya çıkıp, halk
yönetimini kendi belirlesin, eşitlik ve özgürlük gerçekleşsin diye demokratik
bir düzen kurmamıştır. “Demokrasi”
denilen işleyiş; çıkarlar, kanlı hesaplaşmalar ve çatışmalarla dolu bir sürecin
sonucudur. İktidar kavgalarının ürünüdür. Siyasi sonuçları, bizim için düşünce
düzeyinde kalan ancak Batı için yaşamın içinden çıkan toplumsal
düzenlemelerdir. Ekonomik dayanakları olan bu süreç, sınıflar ve inançlar
çatışmasıdır. Parlamentoların Batıdaki evrimi, kendisini yaratan koşullara
bağlı olarak, uzun bir zaman dilimi içinde tamamlandı. Üretim ilişkilerinin
yarattığı yeni gereksinimler, yeni siyasi ve hukuki ilişkilerin oluşmasına
neden oldu. Bu dönem, feodalizmin ve aristokratik despotizmin ortadan
kaldırılarak, yerine kapitalizmin gelişimine uyum gösteren burjuva
demokrasisinin ortaya çıkış dönemiydi.
25 Mart 2016 Cuma
TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLUŞU
Türkler,
8.Yüzyılda; ölçüsüz şiddet uygulayan
Arap saldırılarıyla karşılaştı ve büyük bir yıkım yaşadı. Ancak, aynı yüzyılda,
İslamiyeti kabul etmeye başladı. Çelişkili görünen bu durum, yanlış yargı ve
değerlendirmelerin ortaya çıkmasına yol açtı. Türklerin zorla Müslüman olduğu,
kendilerine ters gelen bir dini kabul ettiği ya da yaşam biçimlerinin kökten
değiştiği biçiminde görüşler ileri sürüldü. Her görüşte doğru bir yan bulunur
ancak önemli olan bu doğrunun gerçeği yansıtıp yansıtmamasıdır. Zora karşı direnmeyi ve kimliğini korumayı
yaşam biçimine dönüştüren Türkler, İslamı başka nedenlerle kabul etmiştir.
Onlar, Arap vahşetiyle İslam inancı arasındaki çelişkinin ayırdına vararak,
özgür istençleriyle Müslüman oldular. Bunu yaparken, İslamın kimi kural ve
anlayışını, kendi dünya görüşüne ve yaşam biçimine uyumlu duruma getirdiler.
Orta Asyalı sufi dervişlerin olgunluğu, onların insancıl çağrıları ve İslamın
eşitliği öne çıkaran ilkeleri bu süreci hazırladı. İslamın; “toprağı Tanrı’nın mülkü sayan”, onu “eşit paylaştıran”, savaş gelirlerinin
beşte birini “savaşa katılamayan bakıma
muhtaç insanlara ayıran” v.b. ilkeleri, kamucu bir geleneğe sahip Türklere
uygun geldi ve Talan amaçlı Emevi vahşetiyle çelişen gerçek İslamı öğrendikçe
ona katıldılar. Aleviler, Türkmenler ya da yörükler; Türklerin Müslüman oluş
biçimine verilecek en uygun örneklerdir.
23 Mart 2016 Çarşamba
ESKİ TÜRKLERDE DİN
Türkler,
akla dayalı özgürlükçü yaklaşımlarıyla, dinsel bağnazlığın etkisine girmemişler, “dini toplumsal
varlığın temeli olarak görmemişlerdir”. Türkler, dinle siyaseti hiçbir
zaman birbirine karıştırmamış, önceliği her zaman siyasete vermiştir. Türk
düşünürleri içinden dinle ilgilenenler, genellikle ruhani dinlerin kabul
edemeyeceği kendilerine özgü görüşler ileri sürmüşlerdir. Yaratan’la aralarına kimseyi sokmamışlardır.
20 Mart 2016 Pazar
ÇANAKKALE SAVAŞI’NIN SONUÇLARI
Çanakkale Savaşı’nın tarihsel önemi; Karlofça
Anlaşması'ndan (1699) beri
Osmanlı İmparatorluğu üzerinde baskı kurmuş olan Batılı devletlerin, üstelik en
güçlüleri İngiltere ve Fransa’nın durdurulup yenilmesidir. Bu yengi, aynı
zamanda, 4 yıl sonraki Kurtuluş Savaşı’yla birlikte; dünyanın tüm ezilen
uluslarını etkileyen, sömürge ve yarı sömürgelerde “İngiliz İmparatorluğu’nun yenilmezlik efsanesine” son veren,
olağanüstü etkili, evrensel boyutlu bir eylemdir. Çanakkale’deki Türk yengisi,
Boğazlarda denetimin el değiştirmesini önledi ve Rusya’nın yalnızca savaş dışı
kalmasına değil, bununla birlikte düzen sorunuyla karşılaşmasına yol açtı;
Çarlığın çöküşüne ivme kazandırdı. Rus Devrimi’ne zemin hazırladı.
17 Mart 2016 Perşembe
ÇANAKKALE SAVAŞLARI VE MUSTAFA KEMAL
18 Mart, Çanakkale Savaşlarının başlangıcının yıldönümüdür.
Sonuçlarıyla, Türkiye’nin olduğu kadar dünyanın da geleceğini etkileyen bu
büyük savaş; savaştan çok, inançta birleşmiş yoksul bir ulusun neleri başaracağını
gösteren bir destandır. Bu yazıyı, bir metrekaresine 6500 mermi düşen Gelibolu
Yarımadası’nda şehit düşenlerin anısına saygı için yayınlıyoruz.
Gelibolu
Yarımadası’nda bugün küçük bir mermer anıtın yükseldiği Kemalyeri, Mustafa
Kemal’in Arıburnu savaşlarını yönettiği yere verilen addır. Kimi Türk
tarihçisi, Kemalyeri için “Mustafa Kemal’in gerçek doğum yeri”
der. Türk halkı onu Kemalyeri’nde
tanıdı, Conkbayırı’yla
yüceltti, “Anafartalar’ın yenilmez komutanı” olarak ona duygulu ve içten
bir saygıyla bağlandı. Saygı ve bağlılığı, halk kahramanlarına binlerce yıldır
gösterilen gizemli bir sevgi, halk söylencelerinde görülen destansı öğeler
içerir. Türk halkı için, yurdu kurtaran, “ölümden korkmaz ” kahraman;
asker için, kendisiyle birlikte en önde savaşan ve asla yenilmeyen, “kurşun
işlemez” bir komutan; subay için, iyi yetişmiş bilgili bir asker, usta bir
savaş tasarımcısı ve “güvenilir bir” komutandır.
16 Mart 2016 Çarşamba
16 MART 1920: İSTANBUL’UN İŞGALİ VE “MECLİSİ MEBUSAN”
İstanbul
Meclisi gerek oluşumunda, gerekse kısa süren yaşamı içinde, toplanma yeri
konusunda olduğu gibi, katılım konusunda da Mustafa Kemal’i çok
uğraştırdı. Kurtuluş Savaşı’nın hemen başlangıcında, ona belki de en sıkıntılı
günlerini yaşattı. Milli mücadeleye katılan ya da katılacak nitelikte
olanların, milletvekili adıyla da olsa, işgal altındaki İstanbul’a gitmesini
istemiyor ancak isteğini kabul ettiremiyordu. En yakın arkadaşlarını bile ikna
edemeyen, sözü dinlenmeyen, etkisini yitirmiş bir önder durumuna düşmüştü. Vahdettin,
kısa bir süre için, siyasetinde başarı sağlamış gibi görünüyordu. Ancak,
Meclis, açılışından birkaç ay sonra, İngiliz askerlerince basılıp kapatılınca
ve birçok milletvekili tutuklanıp Malta’ya sürülünce, haklılığı ortaya çıktı ve
daha etkili bir konuma geldi.
13 Mart 2016 Pazar
CUMHURİYET VE SAĞLIK DEVRİMİ
14 Mart her yıl tıp
bayramı olarak kutlanır. İlk tıp bayramı, tıp öğrencileri
ve hekimlerce 14 Mart 1919’da, işgale karşı eylem biçiminde kutlanmıştır.
Aşağıdaki yazıyı, sağlıkçılarımızın bayramını kutlamak ve ülkemizde sağlık
devrimini gerçekleştiren Cumhuriyet hekimlerinin anısına saygı için
yayınlıyoruz.
Kurtuluş Savaşı
sırasında, 13 milyon olan nüfusun yarıya yakını sayrılıydı (hastaydı). Bazı
bölgelerde sayrılı insan oranı yerel nüfusun yüzde 86’sına ulaşıyordu. 1923
yılında 3 milyon trahomlu vardı (nüfusun dörtte biri). Sıtmalı köylüler kimi
yörelerde, hasat yapamayacak kadar bitkin düşmüştü. 93 Rus Savaşında Türk
Ordusu, Ruslar’a değil, tifüse yenilmişti. Cumhuriyet
Hükümeti koşulların ağırlığına ve olanaksızlıklara karşın, sorunların üzerine
büyük bir istek ve kararlılıkla gitti. Sorunu ele alış, yalnızca istek ve
kararlılık düzeyinde bırakılmadı. Her konuda olduğu gibi önce bilime ve
gerçeklere uygun bir ulusal sağlık politikası saptandı. Koruyucu sağlık,
halk sağlığı, toplum sağlığı kavramları üzerine oturan bu
politika kararlı bir biçimde uygulanarak, olağanüstü başarılar elde edildi.
12 Mart 2016 Cumartesi
TÜRKİYE’DE PARTİ SORUNU
Türkiye’de geçerli olan siyasi dizge (sistem), söylendiği
gibi çok partili bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir.
İçişleri Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de
kurulmuş çok sayıda parti vardır. Her partinin adı, genel merkezi, genel
başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü,
hükümet kurduklarında dış istekleri yerine getirecekler ve IMF, Dünya Bankası
ya da AB programlarından oluşan tek bir politikayı uygulayacaklardır. Bunu
yapmadıklarında hükümette kalamazlar. İç-dış ilişkiler ağının açık ya da
dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen parti başkanı, tek belirleyicidir.
Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu
yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama
gücünü temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları,
bağlı olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur.
9 Mart 2016 Çarşamba
ATATÜRK VE KADIN HAKLARI
Atatürk;
kadını kendi yaşam ortamında tutsak haline getiren, tutucu kurallar ve buna
bağlı olarak yaşamla çelişen önyargılar ortadan kaldırılmadıkça, Türk ulusunun
da tutsaklıktan kurtulamayacağına inanıyordu. Kadın özgürlüğünün kişisel
boyutunu insan onuruyla, toplumsal boyutunu ise uygarlık gelişimiyle ilgili bir
sorun olarak görüyordu. Ona göre, kadını özgürleştirmemiş bir toplum gelişemez,
tutsaklıktan kurtulamaz. “Kuşku yok ki
devrimci adımlar, iki cins tarafından birlikte, arkadaşça atılmalı, yenilik ve
ilerlemeler birlikte gerçekleştirilmelidir. Devrim, ancak böyle başarıya
ulaşabilir” diyordu. Kurtuluş Savaşı’na katılan Anadolu kadınının,
gerçekleştirdiği “kutsal” eylemle, “hem yuvasını hem de orduyu” ayakta
tuttuğuna inanıyordu. Bu gerçeği, herkesten çok, o biliyor ve yargısını; “Dünyada hiçbir ulusun kadını, ben Anadolu
kadınından daha çok çalıştım, ulusumu kurtuluş ve zafere götürmek için, Anadolu
kadını kadar hizmet ettim diyemez” sözleriyle dile getiriyordu.
7 Mart 2016 Pazartesi
OSMANLI’DA KADIN
8 Mart, Türkiye’de de “Dünya
Kadınlar Günü” olarak kutlanıyor. Kimi kuruluşlar halkın ilgisini çekmeyen
etkinlikler düzenliyor. “Kadına
şiddetten”, “emekçi kadınlardan”
ya da “kadının kurtuluşundan” bolca
sözediliyor ancak yabancıların “tarihte
eşi olmayan olay” diye tanımladığı Türkiye’deki “kadın Devrimi’nden” ve yaratıcısı Mustafa Kemal Atatürk’ten sözedilmiyor. “Osmanlı’da Kadın” ve ardından yayınlayacağımız “Atatürk ve Kadın Hakları” yazılarını,
Cumhuriyet’in kadını nerden alıp nereye getirdiğini göstermek ve bu konuda
gerçeği örtmeye çalışan kasıtlı girişimleri etkisizleştirmek amacıyla
yayınlıyoruz.
Osmanlı’da kadının miras hakkı sınırlıydı. İki kadının
şahitliği, bir erkeğin şehitliğine denk sayılırdı. Erkeğin birden fazla kadınla
aynı anda “evli” olma hakkı vardı. Bu
“hakkın” kullanımı, sarayda ve kimi
varsıl kesimlerde, büyük sayılara varıyor; bir erkek, onlarca, hatta yüzlerce
kadınla birlikte yaşıyordu. Abdülmecid’in
(1823-1861) sarayında 800, Abdülaziz’in
sarayında (1830-1876) ise 400 kadın vardı. 18.Yüzyılda, “kadının belirlenen günler dışında sokağa çıkması yasaktı”. “Ahlak ırza, ırz kadına indirgenmişti”.
1910’da, kadının kocasıyla bile olsa otelde kalması yasaktı. Kız okullarında
edebiyat öğretmenliğini, kadın öğretmen olmadığı için “harem ağaları” yapıyordu. Kadınların, özellikle bakirelerin, erkek
doktora muayene olması yasaktı. Bu durum, kadın doktorun olmadığı bir toplumda,
“kadının tıptan yararlanamaması”
demekti. Polisin; Müslüman kadınların sokaktaki giysi biçimine karışma, peçesi
olmayan ya da saçının bir parçası görünenleri karakola götürme yetkisi vardı.
5 Mart 2016 Cumartesi
ÇÖKÜŞE GİDEN YOL: AVRUPA GÜMRÜK BİRLİĞİ
21 yıl önce, 6 Mart 1995’te bayram havasıyla kutlanan AB
Gümrük Birliği girişimi, Türkiye’den çok şey götürmüştür. Üye olmadığımız, söz
ve oy hakkımızın bulunmadığı bir dış örgüt hiçbir yükümlülük üstlenmeden Türkiye’nin
içişlerine karışmış; ekonomiden kültüre, yönetim işleyişinden dış siyasetine
dek her alanda istemlerde bulunmuş ve istemlerini yaptırmıştır. Türkiye’nin 21
yıl içinde AB ile yaptığı ticarette verdiği açık 241 milyar dolardır. Bunun
açık anlamı, yoksul Anadolu halkının ticaret yoluyla muazzam bir serveti,
Avrupa’nın varsıllığına katmasıdır.
4 Mart 2016 Cuma
SELÇUKLU VE OSMANLI’DA TÜRK KÜRT İLİŞKİSİ
Osmanlılar, Kürdistan adını verdiği bölgede, devletin temel dayanağı olan tımar sistemini Kürtler’e uygulamadı.
Bölgenin yönetimini, babadan oğula geçecek biçimde aşiretlere bırakıp bu
aşiretlere, yalnızca Avrupa’daki sınır boylarında yaşayan kimi topluluklara
verilen özel haklar tanıdı. Kürtler Müslüman olduğu için haraç ve cizye ödemiyor, tımar dışında bırakıldıkları için de aşar vermiyordu. Çevreleri koruma
altında olduğu için, hiçbir dış tehdit altında değildiler. Bu koşullar,
Kürtlerin tarihlerinin hiçbir döneminde ulaşamadıkları ayrıcalıklardı.
3 Mart 2016 Perşembe
TÜRK TARİHİNDE KÜRTLER
Türk-Kürt ilişkilerinin kökeni, Abbasi
Devleti’nin bölgede egemen olmasına dek gider. Gazneli Mahmut’tan (988-1030), Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun
kurucusu Tuğrul Bey’e, (990-1063), Alparslan’dan (1029-1072), Anadolu
Selçuklularına ve Osmanlı döneminden geçerek günümüze dek gelir. Türk-Kürt
birlikteliği, devlet görevlerinde yer almayla sınırlı kalmayan ve toplum
düzeninin her alanına yayılmış kalıcı bir kaynaşmaya ulaşmıştır. Bu iki halkın
insanları, etnik kökenine bakılmaksızın; tarımdan hayvancılığa, zanaatçılıktan
tecime (ticarete), kent yaşamından göçerliğe dek yaşamın her alanında, eşit
biçimde yer aldılar. Benzer değer yargıları, ortak yönelişler ve aynı dinsel
inanış içinde, çok uzun süre birlikte yaşadılar.
1 Mart 2016 Salı
ARAP KÜLTÜRÜNDE TÜRK İMGESİ
Türkiye’de, ulusçuluğu
yadsıyan ümmetçilik ya da ulusçuluğu ümmetçilikle kaynaştırmağa
çalışan siyasi girişimler, çok yönlü ve yaygın bir girişim olarak, yeni bir
aşamaya gelmiştir. Ümmetçiler ve Türk-İslam Sentezciler, Batıcılıkla
kolayca uyuşmaktadır. Uyuşmanın temelinde, Amerikalıların Ilımlı İslam
adını verdiği, ulusçuluğu ümmetçilik içinde eritmeyi amaçlayan ve
azgelişmiş ülkelere yönelen küresel politikalar vardır. Kavramlar üzerinde,
yaşanmakta olan yozlaşma ve bu yozlaşmanın devlet politikalarına
yerleştirilmesi, küresel bir girişimdir. Ancak, bu girişimi hazırlayan
düşüngüsel (ideolojik) temel, yüzlerce yıl işlenen Türk karşıtlığına dayanır.
İlk dönem Arap düşünürlerinin Türklere yönelik değerlendirmeleri, Batıdakiler gibi
bilim ve gerçeklerle ilgisi olmayan, karalamaya dayalı öznel yargılardır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)