27 Şubat 2016 Cumartesi

ARAPLARDA TÜRK KARŞITLIĞI VE SUUDİLER


 Son dönemde Türkiye’de, tutkulu bir Arap hayranlığıyla Suudilerin peşinde dolaşılıyor; onlara huşu içindeki müminler gibi mistik bir saygıyla bakılıyor. Oysa Araplar, özellikle de Suudi sülalesi, bugün yüceltilmeye çalışılan Osmanlı Devleti’ni arkadan hançerlemiş, ona büyük zarar vermişti. 1806’da, Emir Muhammed Suud, Osmanlı birliklerinin hiç ummadığı bir anda Mekke’ye saldırmış ve muzaffer bir kumandan görüntüsüyle kente girmişti. Suudlar; 3.Selim’in giriştiği yenileşme çabalarına karşı çıkıyor, Osmanlı Hükümeti’nin ve Padişah’ın bizzat kendisinin, “Frenk kafirlerinin kirli amaçlarına doğru Allah’ın buyruklarına aykırı eğilim” içinde olduğunu ileri sürüyor ve “reform adına dini gevşeklik ve çürümeye” neden olduğunu söylüyordu.

26 Şubat 2016 Cuma

ARAPLARIN OSMANLIYA İHANETİ


Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Ordusunun karşılaştığı ihanet, “sinir bozucu” bir acıyı içerir. Bir yandan ileri teknoloji ile donatılmış İngiliz Ordusuy’la savaşılırken, öte yandan bu Ordu’yla bağlantılı Arap çetelerinin saldırılarıyla uğraşıldı. Olanaksızlıklar ve karşılaşılan vahşet, her türlü öngörünün üzerindeydi. Ayrıcalıklı haklarla yüzyıllarca Osmanlı Devleti’nin uyruğu olarak yaşayan Araplar, açıklanması güç bir acımasızlıkla Türk Ordusu’nun “dindaşı olan” subay ve erlerine saldırıyor ve ele geçirdiklerinin tümünü öldürüyordu. Şevket Süreyya Aydemir’in tanımıyla; “Arap çölleri Anadolu gençliğinin mezarı”  haline gelmişti.

24 Şubat 2016 Çarşamba

ARAP KIYICILIĞI VE TÜRKLER

 

Arap ülkeleri ve yöneticileriyle ilişki kurmak, son dönemde moda oldu. Üst düzey devlet yetkilileri, Arap coğrafyasındaki hemen her olaya ilgi gösteriyor, resmi ya da özel ilişkiler kuruyor; kamuya açıklanmayan görüşmeler yapıyor. Din inancıyla sarmalanmış Arapçılık, Türkiye’de yeniden yayılıyor, yayılma ideolojik düzeyi aşarak günlük yaşamı etkileyen baskı unsuru haline geliyor. Bu olumsuz gelişmenin geçmişten gelen dayanakları vardır. Türk-Arap ilişkileri, 13 yüzyıllık uzun bir süreci kapsar ve bu süreç Türkler için acı dolu dönemler içerir. Ancak, bunlar pek bilinmez. Arapçılığın bugün yeniden yayılması nedeniyle konu günceldir ve geçmişte Araplarla kurulmuş olan ilişkiler ders alınması gereken olaylarla doludur.

22 Şubat 2016 Pazartesi

1923 TÜRKİYE’Sİ VE KEMALİST KALKINMA


Cumhuriyet ilan edildiğinde nüfusun yüzde 80’inden çoğu köylüydü. Köylüler kapalı birimler halinde, ürettiğini tüketen ve yoksulluk sınırının altında yaşayan, örgütsüz ve dağınık bir kitle durumundaydı. Ulaşım gelişmemiş, pazar ilişkileri oluşmamıştı. 1927 yılı Sanayi Sayımı’na göre, el sanayi işletmeleri yani tamirhaneler dahil 33085 iş yeri ve bu işyerlerinde çıraklar dahil 76216 işçi vardı. Her işyerine 2-3 işçi düşüyordu. Burjuvazi, proleterya gibi sınıflar oluşmamıştı. Sermaye birikimi yoktu. İç ticaretle uğraşan 18000 işyerinin; yüzde 47’si Rumlara, yüzde 22’si Ermenilere, yüzde 18’i Levantenlere (Avrupa kökenliler) aitken, yalnızca yüzde 13’ü Türklerindi. İç ve dış ticaret, sanayi, madencilik, mali sermaye kuruluşları ve bankacılık Türk ya da Müslüman olmayanların elindeydi. Azınlıkların ülkeyi terk etmesiyle, Türkiye’de ticaretin duracağına, bankaların çalışmayacağına hatta Türk makinist olmaması nedeniyle demiryolu ulaşımının yapılamayacağına inanılıyordu.

20 Şubat 2016 Cumartesi

ATATÜRK’ÜN KALKINMA YÖNTEMİ


“Çin mucizesini” yaratan 1978 yenileşmesinin uyguladığı kalkınma yöntemiyle, Türkiye’de 1923-1938 arasında uygulanan yöntem arasında büyük bir benzerlik vardır. Devletçiliğin belirleyici olduğu, özel girişime yer ve destek veren, yabancı sermayeyi denetleyerek kabul eden, sosyal piyasa ekonomisi ya da karma ekonomi denilen kalkınma yöntemi, Türkiye’de Çin’den yarım yüzyıl önce bulunmuş ve uygulanmıştı. “Türk Tipi Kalkınma” olarak tanımlanan uygulamalar, bağımsızlığına kavuşan geri kalmış ülkelerin nasıl kalkınacağını gösteren yeni bir örnek ortaya çıkardı. Özel girişimciliğe yer veren, ancak kapitalist olmayan; devletçiliği öne çıkaran, ancak sosyalist olmayan ya da her ikisi de olan bir ekonomik kalkınma yöntemi geliştirilip uyguladı.

 

17 Şubat 2016 Çarşamba

İZMİR İKTİSAT KONGRESİ-2


“... Amacımız odur ki, bu ülkenin insanları ürettikleriyle; tarımın, ticaretin, sanatın, emeğin ve yaşamın temsilcileri olsun. Ve bu ülke, artık yoksul ve kimsesizler ülkesi değil, zenginler ülkesi, zenginlikler ülkesi olsun. Yeni Türkiye’ye çalışkanlar diyarı denilsin. En büyük makam, en büyük hak, çalışkanlara ait olsun... Eğer vatan, kupkuru dağlardan, sert kayalardan, mezralardan, çıplak ovalardan ve vatan; bakımsız şehirlerden, köylerden ibaret olsaydı, onun zindandan hiçbir farkı olmazdı. Bu değerli vatanı, böyle zindan ve cehennem yapmışlardı. Oysa bu vatan, evlatlarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya layık, çok layık bir vatandır. Ülkemizi bayındır kılıp cennet haline getirecek olan araç ve etkenler, tümüyle ekonomik faaliyetlerdir... Geçmişte ve özellikle Tanzimat devrinden sonra, yabancı sermaye, ülkede kural dışı ayrıcalıklara sahipti. Devlet ve hükümet, yabancı sermayenin jandarmalığından başka bir şey yapmıyordu. Artık, her medeni devlet ve millet gibi, yeni Türkiye buna razı olamaz; burasını esirler ülkesi yaptırmayız... Bütün millet, bütün dünya bilsin ki, bu millet tam bağımsızlığının sağlandığını görmedikçe, yürüdüğü yolda bir an durmayacaktır.”
Mustafa Kemal 17 Şubat 1923 - İzmir İktisat Kongresi

16 Şubat 2016 Salı

İZMİR İKTİSAT KONGRESİ-1


İzmir İktisat Kongresi, Türkiye için önem taşıyan günlerde, 17 Şubat 1923’te toplandı. Lozan’da başlayan barış görüşmeleri, 4 Şubat’ta kesilmiş ve Türk Kurulu yurda dönmüştü. Avrupalılar; kapitülasyonlar, tazminatlar, ekonomik ayrıcalıklar, Boğazlar ve Irak sınır belirlemesi konusunda, kabul edilmez koşullar ileri sürüyor; Türkiye’yi, ekonomik dayanaklarıyla tam bağımsız ve özgür bir ulus devlet olarak kabul etmek istemiyordu. Konferans’ın kesilme nedeni buydu. Böyle bir aşamada toplanan İzmir İktisat Kongresi, Türkiye’nin tam bağımsızlık konusundaki kararlılığını, gerek Lozan katılımcılarına gerekse tüm dünyaya, bir kez daha ve en açık biçimiyle bildirecek, bunun nasıl gerçekleştirileceğini ortaya koyacaktı. Bu işlevi nedeniyle, İzmir İktisat Kongresi, yalnızca Türkiye’yi ilgilendiren bir eylem olmaktan çıkarak uluslararası bir boyut kazanmış; ekonomi kaynaklı olmasına karşın siyasi bir etkinlik durumuna gelmişti.

 

OSMANLIDA BORÇLANMA VE ISLAHAT FERMANI



“Şimdi Türkler hızla borçlanmaktadırlar. Ancak yirmibeş yıl sonra Osmanlı toplumunda borçlanmaya karşı muhalif unsurlar ortaya çıkacaktır. İşte o zaman, gerek alacaklarımız ve gerekse bunların faizleri tehlikeye düşecektir. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nin maliyesi, ekonomisi ve servetleri üzerindeki çıkarlarımızı koruyabilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız olacaktır. Ben, bu ‘yerli misyonerlerin’, bizden ve yapacağımız siyasi baskılardan çok daha yararlı olacağı kanısındayım. Bunlar, Türk halkına kendi dilleri, kendi ikna yöntemleri ile yaklaşma olanaklarına sahiptirler. Bu ‘yerli misyonerler’ alacaklarımızın, bir ya da birkaç yüzyıl, teminat unsurlarının en önemlilerinden biri olacaktır.”
 Daniel Ducoste, Fransa Maliye Bakanlığı Danışmanı-1889

15 Şubat 2016 Pazartesi

OSMANLI’DA ÇÖKÜŞÜN BAŞLANGICI: TANZİMAT FERMANI


1838 yılında İngiltere’yle imzalanan Serbest Ticaret Antlaşması, günümüzdeki Avrupa Gümrük Birliği Protokolüne; 1839’da başlayan Tanzimat uygulamaları ise, Avrupa Birliği uyum düzenlemelerine denk gelir. Konu incelendiğinde, tarihin yüz yetmiş yedi yıl sonra bu denli yinelenmiş olması çoğu kimseye şaşırtıcı gelecektir. Tarihten ders alınmadığı için, yaşananlar yeniden yaşanmaktadır. Tanzimat Osmanlıyı çökertti, Avrupa Birliği Türkiye’yi yok oluşa götürüyor. 

12 Şubat 2016 Cuma

ŞEYH SAİT AYAKLANMASI VE EMPERYALİZM


Hınıs’lı aşiret reisi Nakşibendi Şeyh Sait, 13 Şubat 1925 günü ayaklandı. Ayaklanma, 62 gün içinde 15 Nisan’da bastırıldı; yargılamalar ise 74 günde 28 Haziran’da tamamlandı. Doğu İstiklal Mahkemesi, Şeyh Sait başta olmak üzere 48 kişiyi idama mahkum etti. Cezalar, birgün sonra 29 Haziran’da infaz edildi. Cumhuriyet, henüz 1,5 yaşındayken ve olanaksızlıklar içindeyken, dış kaynaklı kalkışmayı yalnızca 137 günde; bastırdı, yargıladı ve cezalandırdı. Bu başarı, ilkeli ve kararlı bir yönetimin neler yapabileceğini gösteren tarihi bir örnektir. Yazıyı, 91 yıl önce meydana gelen bu olaydan ders çıkarılması dileğiyle yayınlıyoruz.

Hakkâri’de yaşayan Nasturi papazlardan Nastoris tarafından kurulan Nastur tarikatına bağlı Hıristiyanlar, 7 Ağustos 1924’de ayaklandı. Ayaklanma, İngiltere’nin Musul sorununun ele alınması için Milletler Cemiyeti ’ne başvurmasından bir gün önce başlamıştı. İngiliz subaylar Nastur halkını örgütleniş, İngiliz uçakları ayaklanmacıları desteklemişti. Şeyh Sait ayaklanması, İngiliz işgal güçlerinin Kuzey Irak’ta sıkıyönetim ilan ettiği, subay izinlerinin kaldırıldığı, birliklerini Musul’a taşıdığı günlerde ortaya çıktı. O günlerde Büyük Britanya Sömürgeler Bakanı, Musul’a gelerek denetlemelerde bulunmuş, güçlü bir İngiliz donanması Basra’ya hareket etmişti.

EMPERYALİST KIŞKIRTMA VE KÜRTLER


Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni ya da Rumlar değildir. 20.Yüzyıl başında, emperyalizmin oyununa gelen bu iki topluluk, yaşadıkları yerleri bırakıp gitmek zorunda kaldılar ve Türkiye Cumhuriyeti için önemli bir olumsuzluk yaratmadılar. Ancak, bugün ne Kürtler bir yere gidebilir ne Türkiye etnik ağırlıklı parçalara bölünebilir. Ne gidilecek bir yer ne de belirlenebilecek bir sınır vardır. Türkler ve Kürtler, Türk ulusunun asal unsurlarıdır; toplumsal ve kültürel kaynaşmayla iç içe geçerek Türkiye’nin her yerinde beraber yaşamaktadırlar. Doğu ya da Güneydoğu’da, biçimi ve adı ne olursa olsun, oluşacak ayrı bir yönetim birimi, Kürtler için daha geri bir konuma düşme, yani hak kaybına uğramaktan başka bir şey değildir.

10 Şubat 2016 Çarşamba

DOĞUDA BİLİMİN ALTIN ÇAĞI: ORTA ASYA’DAN İSPANYA’YA YAYILAN IŞIK


9.Yüzyıldan başlayarak 14.yüzyıla dek süren beşyüz yıl içinde; Güneybatı Asya, İran, Suriye, Anadolu, Mısır, Kuzey Afrika ve Müslüman egemenliğindeki İspanya’da, sıradışı bir uygarlık gelişimi ve bir aydınlanma yaşandı. İslam yayılmasına denk düşen bu uzun dönem içinde, Antik Çağ yapıtları incelendi, eleştirildi, geliştirildi ve yalnızca Antik Çağ’ı değil, kendi dönemini de aşan görkemli bir bilimsel gelişme yaratıldı. Ön Asya’nın büyük-küçük kentleri; okullar, kütüphaneler, basımevleri, kağıt hamuru atölyeleri, çeviri merkezleri ve buraları boş bırakmayan insanlarla doldu. Uyanış o denli kapsamlı ve yaygındı ki, tarihi bilenler bile bu uyanışın nedenlerini açıklamada zorlandılar. Dünyanın büyük bölümü özellikle Avrupa, Orta Çağ karanlığını yaşarken, Bağdat’ın ya da Semerkant’ın sokakları, birkaç dil bilen, “öğrenmek için yapmayacağı şey olmayan” insanlarla dolup taşıyordu.

9 Şubat 2016 Salı

TÜRKLER KİMLERDİR


“Batı tarihçiliği iki tür bencilliğin hala etkisi altındadır. Biri Hıristiyan bencilliği (Christocentrism), diğeri ırk bencilliği (etho-centrism). Batı tarihçiliğindeki bu iki bencilliğin en iyi göstergesi ‘Türktür. Tüm nesnellik örtüleri, konu Türke gelince hemen ortadan kalkar ve Hıristiyan kültürüyle Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. Türkten ağzı burnu çarpılmadan söz eden Batı tarihçisine rastlamak güçtür.”                                                    Niyazi Berkes

 

7 Şubat 2016 Pazar

DOĞUDA BİLİMİN TEMELLERİ: OKUL, KİTAP VE EĞİTİM

 

Karahanlı ve Selçuklular’da gezgin öğretmenler ya da medrese öğrencileri, köylere-kasabalara yayılıyor, insanlara okuma yazma öğretiyordu. İslam ülkelerinde her cami imamı, aynı zamanda bir öğretmendi. Eğitimin yaygınlığı, okuma yazma öğreten ilkokullarla sınırlı değildi. Günümüz liseleri ya da İngiliz kolejlerine benzeyen orta öğrenim kurumları ve günümüz üniversitelerinin öncüleri medreseler, ülkelerin değişik bölgelerine, dengeli ve düzenli bir biçimde yayılmıştı. İyi bir eğitim alarak okulu bitiren öğrenciler, edindikleri bilgiyi geliştirmek ve yaymak için büyük külliyelerin ve camilerin yolunu tutardı. Hz.Muhammed’in “bilimi, körü körüne imandan yüce” tutan ve “öğrencilerin mürekkeplerini şehitlerin kanından daha kutsal”  sayan sözleri, onlara güç veren en büyük yardımcıydı. 

5 Şubat 2016 Cuma

ESKİ TÜRKLERDE EĞİTİME VERİLEN ÖNEM


Türkler, çetin doğa koşullarına ve göçlerin güçlüklerine dayanmak için örgütlü olmak zorundaydılar. Bu zorunluluk, bilgili ve bilinçli olmayı gerektiriyordu. Bilgi ve bilgiye ulaşmanın aracı olarak eğitime Türkler’in, neredeyse bir yaşam sorunu gibi önem vermelerinin temelinde yatan neden budur. Türkler çocuklarına, her zaman ve her koşul altında, ailede ya da okulda, yüzeysel ya da kapsamlı, hangi biçim ve nitelikte olursa olsun; yaşam özelliklerini, geleneklerini ve ahlakını öğretmeyi bilmişlerdir.

ESKİ TÜRKLERDE EĞİTİME VERİLEN ÖNEM


Türkler, çetin doğa koşullarına ve göçlerin güçlüklerine dayanmak için örgütlü olmak zorundaydılar. Bu zorunluluk, bilgili ve bilinçli olmayı gerektiriyordu. Bilgi ve bilgiye ulaşmanın aracı olarak eğitime Türkler’in, neredeyse bir yaşam sorunu gibi önem vermelerinin temelinde yatan neden budur. Türkler çocuklarına, her zaman ve her koşul altında, ailede ya da okulda, yüzeysel ya da kapsamlı, hangi biçim ve nitelikte olursa olsun; yaşam özelliklerini, geleneklerini ve ahlakını öğretmeyi bilmişlerdir.

3 Şubat 2016 Çarşamba

BATI AYDINLANMASINDA TÜRK İMGESİ


Avrupa kültüründe yerleşik öğe haline gelen Türk ve Müslüman karşıtlığı, Aydınlanma döneminden sonra yoğunlaşmış ve dizgeleşmiştir. Aydınlanmacılara göre, “uygarlıktan yoksun” Türkler, Avrupa kültürünün “baş düşmanıdır”  ve Avrupa’nın “en güzel”  topraklarını “kanlı yönetimleri” altına almışlardır. Buraların kurtarılması ve Türklerin “ait oldukları yere sürülmesi” gerekir. Bu yaklaşım, yalnızca politikacılar içinde değil; sanatçılar, yazarlar ve bilim adamları arasında da deliksiz bir yaygınlık içindedir. Türkiye’deki Batıcıların övgü ve hayranlıkla söz ettikleri; Ronsard, Voltaire, Diderot, Kant, Hegel, Marks, Engels, Victor Hugo, Pascal, Thomes Moore, Delacroix, George Byron, Edgar Allan Poe gibi her kesim ve düşünceden insanlar, ayrılıklarını bir kenara bırakarak Türk karşıtlığında birleşmişlerdir.

2 Şubat 2016 Salı

TÜRKLER NASIL İNSANLARDIR


  

Yalnızca Türkler değil, tüm toplumlar yaşam biçimlerinden ve tarihlerinden gelen, kendilerine ait özelliklere sahiptir. Ayrılıkları, benzerlikleri ya da gelişme düzeyleri ne olursa olsun her toplum, hem kendine özgüdür hem de dünya kültürünün bir parçasıdır; hem yerel hem evrenseldir. Ulusları ve halkları yerme ya da hor görmeye dayanan üstünlük duygusu, yani ırkçılık ne denli kabul edilemezse, evrensellik adına kimliksizleşme davranışları da o denli kabul edilemez. Halkın gelenek ve göreneklerine sahip çıkıp geliştirmek, yalnızca hak değil aynı zamanda bir görevdir. Halkların yaşamında var olan demokratik gelenek, bu iki olguyu birlikte ele almayı gerektirir.

 

AVRUPA'DA TÜRK KARŞITLIĞI


Batılılaşma olarak tanımlanan ve çoğu kez tutkuya dönüşen Batı hayranlığı, ülkemizde ikiyüz yıldır yaşanan bir konudur. Batının gelişkinliğiyle ülkemizdeki geri kalmışlığı kıyaslayan insanlarımız, yalnızca gördükleriyle yetinerek “biz de öyle olsak”, “onlar gibi yaşasak” gibi düşüncelere kapılıyor. Üstelik bu anlayış, düşünce düzeyinden çıkıp devlet politikası durumuna getiriliyor. Avrupa Birliği’ne girerek “Avrupa’yla bütünleşmek”  ulusal erek durumuna getiriliyor. Oysa, Avrupalıların Türklere ve Türkiye’ye bakışı dün olduğu gibi bugünde hiç olumlu değildir. Olumluluk bir yana, çoğu kez aşağılama içeren dışlayıcı yargılara, kanıtsız suçlamalara dayanır. Avrupa’ya özenenler başta olmak üzere insanlarımız, büyük bir çoğunlukla bunları bilmiyor. Değer verip yücelttiği Avrupalı aydınlanmacıların, Türkler için neler söyleyip yazdığından haberi yok. Kişilikli tutum ve davranış için bunların bilinmesi gerekiyor. Yazıyı bu amaçla yayınlıyoruz.