30 Kasım 2015 Pazartesi

ALTIOK- 2


Altıok, Türk Devrimi’nin yarattığı bir çağdaşlaşma izlencesi (programı) ve ezilen ulusların tümüne örnek oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde, altı ilkenin tümüne tek tek ya da bütün olarak yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışı vardır. Bu anlamıyla altıok, bir dünya görüşüdür. İlkeler, birbirinden kopuk, biçimsel belirlemeler değil, birbirini tamamlayan ve birlikte değerlendirildiğinde anlamı olan saptamalardır. Birbirinden koparılarak ele alınırsa ya da bir kaçı yok sayılırsa, Türk Devrimi’ni temsil etmez, somut bir başarı sağlayamaz.

Laiklik


Laik tanımı Türkçeye, Latincedeki laicos ve Fransızcadaki laique sözcüğünden girdi. Türkiye’de geçerli olan laiklik anlayışıyla, Batıdaki uygulamalar arasındaki tek benzerlik, yalnızca bu sözcük benzerliği oldu. İki anlayış arasında, tarihsel oluşum, gelenekler ve inanç biçimleri olarak çok ayrımlı özellikler vardır. Türkiye’de uygulanan laiklik, tümüyle Türk toplumuna özgüdür ve onun gelişim isteğine yanıt veren tarihsel dayanaklara sahiptir. Laiklik, “çok az toplumda, Türkiye’de olduğu kadar önem kazanmıştır”.1

*

Orta Çağ Avrupası'nda Kilise, özellikle Katolik Kilisesisiyasi ve ekonomik gücü yüksek, toprak egemeni durumuna gelmişti. Hıristiyanlığı maddi çıkar için kullanıyor, ticaret yapıyor, insan çalıştırıyor, vergi topluyor, hatta parayla  cennetten tapu satıyordu. Askeri birlikleri, mahkemeleri (engizisyon), hapishaneleri vardı. Feodal düzenin temel egemen kurumu, Katolik Kilisesi’ydi.  
15.yüzyılla birlikte gelişmeye başlayan, kapitalist üretim ilişkileri ve oluşan yeni kurumlar, kilisenin despotik ayrıcalıklarıyla çelişmeye başladı. Kilise, ekonomik çıkar için din ve mezhep çatışmalarını kışkırtıyor; dogmalara dayalı, insanları “düşünmeyi bilmeyen cahiller” durumuna getiren eğitimiyle, kapitalizmin gelişimi önünde güçlü bir engel oluşturuyordu.
Kapitalizmin gelişimini sağlamak için, ulusal pazarın oluşturması, bunun için de feodal kurumların etkisizleştirilmesi gerekiyordu. Kilise, bu kurumların başında geliyordu. Protestanlık bu gereksinimi karşılamak üzere ortaya çıktı. Devrimle (Fransa) ya da evrimle (İngiltere-Almanya), Katolik Kilisesi’nin topraklarına el konularak ekonomik ve siyasal gücü kırıldı, eğitimden uzaklaştırıldı. Uygulamalar, bütünlüklü bir dizge durumuna getirilerek, teokratik egemenliğe karşı, laiklik ilkesi geliştirildi. Avrupa laikliği böyle oluştu.

*

Türkiye’de durum başkaydı. Türkler, İslamiyetten önce ve sonra böyle bir dönem yaşamamıştı. Eski Türk geleneklerinde din, çıkar amaçlı kullanılmamış, siyaset dışında tutularak, inanç özgürlüğü kişisel bir sorun olarak bırakılmıştı. Hiçbir eski Türk devletinde; din, mezhep ya da ırk, devlet siyasetine yön vermemişti. “Halka ait” anlamına gelen Laicos tanımını, belki de en çok eski Türkler hak ediyordu.
İslam inancında Peygamber; öğüt verici, devlet kurucu ve yasa koyucuydu; dünyayı düzenlemeye ve eşitliği gerçekleştirmeye memurdu. Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmamıştı ama devlet görevlerini yerine getirirken sadık kaldığı ana ilke, insanlar arasında eşitliği amaçlayarak adaleti gerçekleştirmekti.
Eşitlik ve adalet kavramı, yalnızca kişisel bir sorun değil, onu aşan ve devlet işleyişine yön veren bir düzen sorunuydu. Ekonomik kültürel yapıları ve tarihsel özellikleri değişik Müslüman milletlerin, eşitlik ve adalet sağlama yöntemleri de kuşkusuz değişik olacaktı.
İslamiyette adalet sağlama din adamlarına değil, hukuk bilginlerine (müçtehidlere) bırakılmıştı. Adaleti sağlamanın, inanç ve yorum değişikliğine bağlı olmayan ve varsıl yoksul herkesi kapsayan sağlam kuralları vardı. Bu nedenle, halka adalet götüren ve hukuka kaynak oluşturan İslami gelenekler, Prof.Cahit Tanyol’a göre, “laiklik kavramıyla büyük bir yakınlık içindeydi”.2
İslam hukukçuları, halka adalet götüren hukuksal uygulamalara ve bunların oluşturduğu geleneklere büyük önem verdi. Adaletin evrenselliğini tanımlarken; sınıf, zümre, hanedan, mezhep ve ırk çıkarlarını dikkate almadılar; bunları adalet kavramından uzak tuttular. İnsanı ve halkı esas alan anlayışlarıyla, Hz.Muhammet’in, “bir günlük adalet kırk yıllık ibadete denktir”.3 Sözüne sadık kaldılar ve “adalet duygusuna, Tanrı emrine eşit bir yücelik verdiler”.4

*

Halk meclisi anlamına gelen danışma (meşveret) geleneği İslamiyette, ümmeti, yani Müslüman halkın tümünü kapsayan geçerli yönetim işleyişi olmuş; İslam dünyasında adı konmadan, eşitliğe dayalı bir tür laik anlayış uygulanmıştı. Bu anlayış, Batının din ve sınıf çatışmalarından çok ayrımlı, katılımcı bir düzen yaratmıştı.
Türkiye’deki laiklik uygulamasının, Batıdan ayrımlı bir başka özelliği, toplumsal karşıtlıkların sınıfsal nitelikli iç çatışmaya değil, işgale dayanan dış saldırıya karşı verilmiş olmasıdır. Ayrıca dini çıkarları için kullanan ve emperyalistlerle işbirliği yapan gericiler, gerek Kurtuluş Savaş’ına ve gerekse yenileşme girişimlerine karşı çıkmış, karşı çıkışında sürekli dini kullanmıştır. Bu iki özellik, Türk Devrim’inde laikliğin özel önem kazanmasına neden olmuştur.

*

Laiklik İlkesi, Kurtuluş Savaşı’yla başlayan, devrimlerle süren, birbiriyle ilişkili devrimci uygulamalar sürecinde oluşturuldu. Bağnazlığa ortam hazırlayan ve işbirlikçi nitelikleri nedeniyle halkla ve dinle ilişkileri kalmayan; Saltanat, Hilafet, medrese ve tarikatlara karşı savaşım içinde olgunlaştı. Saltanata karşı Cumhuriyet, Hilafete karşı Diyanet, medreseye karşı çağdaş okullar, tarikatlara karşı halk örgütlenmeleri konuldu. Ulusal bağımsızlığa, yenileşmeye ve özgür düşünceye karşı her direnç, kararlılıkla ortadan kaldırıldı.
Mustafa Kemal, Türk halkını, yüzyıllara dayalı geri kalmışlıktan ve eğitimsizliğin yarattığı yanılgılardan kurtarmak için çok uğraştı. Din kurallarının yeterince bilinmemesi nedeniyle, kimi kesimlerde etkili olan tutucu yaymacaya karşı mücadele etti.
Ülkenin birçok yerinde laikliğin ne olup ne olmadığını açıklayan konuşmalar, aydınlatıcı açıklamalar yaptı. “Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne bir din ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aracı olarak kullanılamaz”5 diyor; dini çıkarı için kullananlara duyduğu nefreti, “softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. Bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz” sözleriyle dile getiriyordu.6

Devletçilik


Devletçilik İlkesi, kimi kesimlerce yalnızca ekonomik kalkınma sorunu olarak ele alınır, bu çerçeve içinde değerlendirilir. Bu yaklaşım doğru, ancak özellikle Türk toplumu için eksiktir.
Türklerde devlet, ekonominin sınırlarını aşan ve topluma yön veren bambaşka bir etkiye, tarihsel bir saygıya sahiptir. Batıda olduğu gibi, yönetimi ele geçiren egemen sınıfların topluma karşı kullandığı baskı aracı değil, toplumun tümünü temsil edip ulusun tümünü kucaklayan, koruyucu ve sosyal bir kamu gücüdür. Yalnızca Türklere özgü olan ve toplum yaşamını düzenleyen bu özellik, doğaldır ki, Cumhuriyet’in geliştirdiği Devletçilik İlkesine de yön ve biçim vermiştir.
Eski Türklerde, devlet gücü, şiddet aracı olarak içe değil, millet varlığını korumak için dışa karşı kullanıldı. İçte, halkın gereksinimlerini ve toplumun genel çıkarını gözeterek, gönenç artırıcı bir işlevi yerine getiriyordu. Batıda devlet, kişi ya da sınıf çıkarlarını öne çıkarırken, Türklerde, sınıf ayrımı gözetmeksizin genel toplum çıkarlarını amaç ediniyordu.
Cumhuriyet Devleti, bu birikim ve anlayış üzerine kuruldu. Mustafa Kemal, Devletçilik İlkesine temel oluşturan kuramsal araştırmaları içinde, önem verdiği bu özelliğe sıkça değindi; devlet uygulamalarını bu özellikle uyumlu kıldı. “Cumhuriyet Hükümetinin, yurttaşların yaşamı, geleceği ve refahıyla her bakımdan ilgilenmesi doğaldır. Halkımız yaradılıştan (teb’an) devletçidir ki, her şeyi devletten istemeyi kendisinde bir hak olarak görür. Bu nedenle, milletimizin yapısıyla, devletçilik programı arasında, tam anlamıyla bir uyum vardır. Bu yönde yürüyeceğiz ve başarılı olacağız. Bundan kuşkumuz yoktur”.7

*

Devletin, ekonomik gelişmeye yön vermesi, kökleri eskiye giden yaygın bir uygulamadır. Batıda, kapitalizmin gelişim döneminde etkili olan Merkantilizm, ekonomik ulusçuluğu ve devletçiliği temsil ediyordu. Fransa’da Kolbertizm, Almanya’da Kameralizm, İspanya’da Bulyonizm adını alan merkantilist işleyiş; devletçilik, korumacılık, sanayicilik ve ulusçuluk üzerine kurulmuştu.
Merkantelizme göre, bir ulusun gücü zenginliğiyle ölçülür. Ulusu güçlendirmek için ekonominin devlet eliyle düzenlenmesi, yatırımcıların desteklenmesi, sanayi ve ticaretin dışa karşı korunması gerekir. Bunun için, ulusal pazar gümrük duvarıyla korunmalı; devlet, iç ve dış ekonomik ilişkilerde, belirleyici ve kural koyucu olmalıdır.8
Sanayileşerek kalkınan ülkelerin tümü, ulusçuluk ve devletçilik temelinde gelişen ve Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişe denk düşen merkantilizm dönemini yaşadılar. Bu dönemde devlet, siyasette olduğu kadar, ekonomide de belirleyici güçtü. İçerde, özel girişimcilere destek olup bağışıklıklar (muafiyetler) veriyor; dışarda, yeni pazarlar bulup ucuz hammadde sağlıyor ve güvenliği korumak için orduyu ve donanmayı devreye sokuyordu.
Batı Avrupa ülkeleri, sanayileşip güçlenmeyi devletçilikle sağladılar. Bugün, kalkınmasını istemedikleri azgelişmiş ülkelere, devletçiliği küçülme söylemleriyle adeta yasaklamalarının temelinde bu gerçek vardır. Onlar bilirler ki, ekonomik ulusçuluğu yaşama geçiren devletçiliği uygulamadan bir ülkenin kalkınıp güçlenmesi olası değildir. Böyle bir örnek ne geçmişte ne de bugün görülmedi.
Mustafa Kemal, Türkiye için geçerli olan devletçilik biçimi üzerine yoğun çalışma yaptı. Türk ve Batı toplumlarının tarihsel evrimini, ekonomik yönleriyle ele aldı, ortak yönlerini ya da ayrılıkları inceledi. Uzmanlık gerektiren bu güç işi, geçmişi güncele bağlayıp uygulanabilir sonuçlar çıkararak, şaşırtıcı bir ustalıkla başardı. Vardığı sonuçları, Türkiye’nin koşullarına ve gelişim isteğine uyumlu yöntemler durumuna getirdi. Devletçilik İlkesi bu bilinç ve çabanın ürünü olarak ortaya çıktı.
Devletçilikle ilgili görüşlerini, 1922‘de açıklamaya başladı. Savaş, iç siyasi çatışmalar, ayaklanmalar ve yoğun devrim atılımları, konuyla ilgili araştırmalarını aksattı ancak ara verdirmedi. 1930’da, dünya ekonomik bunalımının etkisiyle, çalışmalarını yoğunlaştırdı ve devletçilik ilkesini olgunlaştırarak, Anayasa’ya girecek kadar önemli olduğunu gösterdi. Bu noktaya, sekiz yıllık bir çabayla gelinmişti. 4 Ocak 1922’de Lenin’e gönderdiği mektupta, Türkiye’de uygulanacak devletçilik’ten söz etmiş ve “ülkemizi düşman işgalinden kurtardıktan sonra, amacımız, kamu yararı taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetmek, böylece büyük sermaye sınıfının gelecekte ülkeye hakim olmasını önlemektir” demiş ve dediğini yapmıştı.9

*

Toplumu ilgilendiren kamusal işlerle başta olmak üzere; bayındırlık, kara ve demiryolları ulaşımı, enerji yatırımları, iletişim, tarım ve ticaret, bankacılık gibi ekonomik işleri, devletin yapması gerektiğini söyledi. “Kişilerin gelişmesinin engel karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin sınırını oluşturur” dedi ve devletçiliğin kapsayacağı işleri şöyle açıkladı: “Bir iş ki, büyük ve düzenli bir yönetim gerektirir, özel teşebbüs elinde tekelleşme tehlikesi gösterir ya da toplumun genel ihtiyacını karşılar, o işi devlet üzerine alır. Madenlerin, ormanların, kanalların, demiryollarının, deniz taşımacılığı şirketlerinin, devlet tarafından yönetilmesi ve para ihraç eden bankaların millileştirilmesi; keza su, gaz, elektrik gibi işlerin yerel yönetimler tarafından yapılması, devletin yapması gereken işlerdir. Bu mana ve anlayışla, ‘devletçilik, sosyal, ahlaki ve ulusaldır.”10
Devletin kamusal görevlerini açıklarken, “toplum yararına hizmet veren kuruluşların çoğaltılmasını” istedi; bu davranışı, “tek amacı kâr etmek olan faaliyetleri sınırladığı için” gerekli gördüğünü söyledi. Kamusal yararı, “yurttaşlar arasındaki ahlaki dayanışmanın gelişmesine yardım eden en önemli unsur” olarak değerlendiriyordu. Bu değerlendirmeyi yaparken, özel girişimciliği yadsımıyor ve “devletle özel teşebbüs birbirine karşı değil, birbirlerinin tamamlayıcısıdır” diyerek kurumlar arası sağlıklı bir dengeyi savunuyordu.11

Devrimcilik


Fransız yazar Paul Gentizon, 1929 yılında kaleme aldığı Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu adlı kitabında, Türk Devrimi’ni, Fransız İhtilali’nden ve Rus Devrimi’nden daha ileride bulur ve şu saptamayı yapar: “Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’den başka hiçbir ülkede, bu denli radikal bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız ihtilali, siyasi kurumlar arasında sınırlı kalmış, Rus İhtilali sosyal alanları sarsmıştır. Yalnızca Türk Devrimi, siyasi kurumları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları, aile ilişkilerini, ekonomik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve bunları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde yenilemiştir. Her değişim, yeni bir değişime neden olmuş; her yenilik, bir başka yeniliğe kaynaklık etmiştir. Ve bunların tümü halkın yaşamında yer tutmuştur”.12
Türk Devrimi’ne halka ve gerçeğe dayanan olağanüstü bir devrimci ruh, sıradışı bir atılganlık egemendir. Kurtuluş Savaşı’nda olduğu kadar toplumsal dönüşüm dönemi için de geçerli olan bu durum, benzersizdir ve doğal olarak tümüyle Türkiye’ye özgüdür. Gentizon haklıdır; her değişim, bir başka değişimin başlatıcısı, sonrasının belirleyicisi olmuştur. Hiçbir girişim tek başına ele alınmamış, birbiriyle bağlantılı toplumsal dönüşümler kesintisiz devrimci bir süreç olarak geliştirilmiştir.
Devrimci tutumda gevşeme ya da düzeni durağanlaştırma eğilimi, Kemalist Devrim’de görülmez. Koşulları oluşan hiçbir atılım, hiçbir nedenle ertelenmez, kesintiye uğratılmaz. Hiçbir güçlük; bağımsızlığı örselemeye, tutuculukla uzlaşmaya, bilimi savsaklamaya ya da devrimden ödün vermeye gerekçe yapılmaz. Sınıf, zümre ve küme ayrıcalığına izin verilmez. Devletin tüm gücü, ulusal egemenlik ve kalkınıp güçlenme yönünde kullanılır. Anlayış olarak, yaşamdan kopuk sanal amaçlara değil, bilime ve gerçeklere dayanılır. Halka hizmete yönelen somut belirlemeler, tutarlı bir devrimci anlayışla, uygulanabilir izlencelere dönüştürülür.
Ulusal eyleme devrimci ruhunu veren, devrim önderi olarak tek başına Mustafa Kemal’dir. Kurtuluş Savaşı dönemi için, “ben Erzurum’dan İzmir’e sağ elimde tabanca, sol elimde idam sehpası öyle geldim” derken13; çok önem verdiği sürekli devrim anlayışı için; “devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur” der.14
Devrimci kararlılık ve istenç (irade) gücü, Devrim’in her aşamasında geçerli olan temel yöntemdir. İç ve dış hiçbir karşıtlık, bu istençle başedememiştir. “Devrimin kanunu, tüm kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim düşüncelerimizi boğmadıkça, başlattığımız devrim ve yenilikler, bir an bile durmayacaktır” der.15

*

Türk Devrimi, etkisine ve köktenliğine karşın, ülke içinde çok az şiddet uygulamıştır. Fransız ve Rus Devrimlerinde, yüzbinlerce insan ölürken, Türk Devrimi’nde, çok az kan dökülmüştür. Devrim, her aşamasında meşruiyetçiliği esas almış, Kurtuluş Savaşı, katılımcı bir halk meclisiyle yürütülmüştür. Yasama, yürütme ve yargı gücü, bu mecliste bütünleştirilerek, devrimcilik adına kişisel egemenliğe izin verilmemiştir. Emperyalizme karşı savaşı, meclis kurarak yürüten bir başka örnek yoktur.

*

Mustafa Kemal, devrimi, “mevcut kurumları zorla değiştirmek” olarak tanımlar. Tanımına uygun olarak gerçekleştirdiği büyük dönüşüme, “Türk Devrimi” adını verir ve bu devrimi; “Türk ulusunu, son yüzyıllarda geri bıraktırmış olan kurumları yıkarak; yerine, milletin en ileri uygarlık gereklerine göre ilerlemesini sağlayacak, yeni kurumlar kurmak” olarak değerlendirir16; “uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren savaş... Bunlardan sonra içerde ve dışarda saygı duyulan yeni bir vatan, yeni bir toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için sürekli devrimler... İşte Türk Devrimi’nin kısa ifadesi” der.17
Devrimi başarmanın tek yolunun, halkı kazanmaktan geçtiğini bildiği için, halkın duygu ve düşüncelerine büyük önem verir. Devrimcileri, her ne pahasına olursa olsun halkla bütünleşmeye, onu anlayıp bilinçlendirmeye çağırır. Her şeyin halkın mutluluğunu ve gönencini sağlamak için yapıldığını belirtir ve halka şunları söyler: “Gerçek devrimciler onlardır ki, gelişme ve yenileşme devrimine katmak istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilimi kavramasını bilirler... Devrimin gerçek sahibi halktır. Milletin yetenek ve olgunluğu olmasaydı, devrimi yaratmaya hiçbir güç yeterli olamazdı... Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tümüyle çağdaş, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimimizin gerçek ilkesi budur”.18

DİPNOTLAR

1                               “Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, Türk.İş.Bank., Kül.Yay., sf.153
2                               a.g.e. sf.161
3                               a.g.e. sf.162
4                               a.g.e. sf.162
5                               “Atatürk’ün Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
6                               a.g.e. sf.116
7                               “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, II.Cilt, sf.262; ak. Hüseyin Cevizoğlu, “Atatürkçülük” Ufuk Ajans Yay., sf.48
8                           “Ekonomi Sözlüğü” O.Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas. İst.-1993, sf. 285
9                               “Atatürk’ün Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.210
10                          “Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal’in El Yazmaları” Ayşe Afet İnan, TTK, Ank.-1969, sf.437-444
11                          a.g.e. sf.447
12                          “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.B., sf.164
13                          “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, İst.-1973, sf.1187
14                          “Atatürk İlkeleri ve Türk Devrimi” Hacı Angı, Angı Yay., 1983, sf.93
15                          “Atatürkçülük” Hüseyin Cevizoğlu, Ufuk Ajans Yay., sf.63
16                          “M.Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım” Prof.A.A.İnan, Kültür Bak., Ank.-1981, sf. 119
17                          “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, I.C, 1945, Türk.İnk.Tar.Ens.Yay., sf.365

18                          “Düşünceleriyle Atatürk” Arı İnan, TTK, 2.Baskı, Ank.-1991, sf.87

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder