9 Ekim 2015 Cuma

FAŞİZMİN KÜRESELLEŞMESİ-2


Mussolini, yönetime gelir gelmez devletin elinde bulunan telefon, hayat sigortası, belediye işletmeleri ve tüm devlet tekellerini özelleştirdi. Devlet, 1924 yılında iflas eden Banco di Sconto ve Banco di Romanın tüm borçlarını üzerine aldı. Büyük şirket ağırlıklı nama yazılı hisse senetlerinin tümü devlete ödettirildi. Mussolini,“biz devleti, bütün ekonomik yetkilerin pisliğinden temizlemek istiyoruz. Demiryolcu, postacı sigortacı devlet yeter” diyordu. Almanya’da; Krupp, Thyssen, Schact gibi sanayi tekelleri Hitler’i destekledi. Bu şirketler, başta Hitler olmak üzere Nazi önderlerini açıkça kâra ortak ettiler. Tekelci sermayeye büyük devlet yatırımlarının ihaleleri verildi. Bunların çoğu “şirkete göre iş” biçimindeydi.



Küreselleşme Öncüsü, İtalyan Faşizmi

İtalyan kapitalizmi cılızdı ve başından beri devlet yardımına gereksinim duymuştu. İtalyan burjuvazisi ancak devlet koruması ve desteğiyle zenginliğe ulaşabilirdi. Bu olgu ulusal birliğini İtalya gibi geç sağlayan Almanya için de geçerliydi. Bu iki ülkedeki ekonomik uygulamaları kısaca incelemek; bugün, “sınırsız bir özgürlükle” dünyaya yerleştirilmeye çalışılan küreselleşme uygulamalarının, hangi ideoloji ile örtüştüğünü göstermesi açısından yararlı olacaktır.
Mussolini siyasi partileri ve tüm kitle örgütlerini kapatıp yönetimini sağlamlaştırdıktan sonra, 1927 yılında ekonomik gerçeklere uygun düşmeyen bir kararla ve yönetimini yaymaca (propaganda) amaçlı olarak liretin değerini yükseltmişti. Dışsatım daralmasına yol açmasına karşın bu uygulama hammadde ve ara mallar dışalımlıyan (ithal eden) büyük sanayi kümeleri için yararlı olmuştu.1 Yeterli sermaye birikimine sahip olmayan küçük ve orta işletmeler, bu dönemde büyük şirketler tarafından yutularak yokedildiler.2
Liretin değerinin ani ve aşırı yükselmesinin büyük sanayinin bir bölümünde yarattığı hoşnutsuzluk ise devletin ekonomik varlıklarının bu kesimin emrine verilmesiyle giderildi. Mussolini, politik terörün kendisine verdiği güçle, devleti çok kısa bir süre içinde tekelci şirket çıkarlarını gözeten bir örgüt durumuna getirdi. Önemli kamu mal ve işletmeleri bu firmalara devredildi. Devlet yatırım fonları, kredi ve teşvikler şirket kasalarına akıtıldı.
21 Nisan 1927’de kabul edilen Çalışma Bildirisinin (Carta del Lavaro) 7. ve 9.Başlamları (maddeleri) şöyle diyordu: “Ulusal çıkarların sağlanmasında en etkili ve yararlı araç özel girişimdir... Devletin üretime müdahalesi ancak, özel girişimin olmadığı durumlarda sözkonusu olacaktır”.3 Oysa Mussolini yönetime gelene dek, “çürümüş liberalizme” karşı olduğunu söylüyordu.
Büyük şirket istemlerinin egemen devlet politikası durumuna gelmesi bugün olduğu gibi, halkın yaşam düzeyinin düşmesine ve işsizliğin yayılmasına yol açtı. Ücretlerdeki düşüşe karşın, sendikaları kapatılan, öncüleri hapsedilen işçiler doğal olarak herhangi bir tepki gösteremedi.  İşgücü ve sermaye, endüstri ve tarım; “ulusal uyuşum” (armoni) adı verilen ve büyük sermaye ile toprak sahiplerinin belirleyici olduğu “korporasyon” örgütlenmelerinde biraraya getirildiler. Faşist hükümet, işçi–patron, kapitalist–emekçi gibi ayırımları örtmek amacıyla bunların hepsine birden “üreticiler”, oluşturulan örgütlere de “üreticiler birliği” adını verdi.

Günümüze Benzerlik

Otoyollardan sulama ve bataklık kurutma projesine kadar bütün devlet yatırımları, önce ihale, daha sonra özelleştirme adıyla büyük sermaye kümeleri ile toprak sahiplerine devredildi. Hükümet yetkilileri ve başta Popolo D’İtalia olmak üzere faşist basın, bu uygulamaları İtalya halkına abartılmış yaymacalarla, “İtalya’nın güçlü kılınmasını sağlayacak çağın gereği gelişmeler” olarak duyurdu.
Mussolini’nin, devletin ekonomideki yeri konusundaki görüşleri, günümüz politikacılarının görüşleriyle hemen hemen aynıydı. Mussolini, Marcia du Romanın birinci yıldönümünde şunları söylüyordu: “Biz devleti, bütün ekonomik yetkilerin pisliğinden temizlemek istiyoruz. Demiryolcu, postacı sigortacı devlet yeter”.4
Faşist diktatörlük altındaki İtalya’da İlva Grubu, Ansoldo, Fiat, Breda, Pirelli, Burgo gibi sanayi gruplarıyla Banco di Commerciale, Banco di Sconto, Credito D’İtalia, II Credito D’İtalia ve Banco di Roma gibi bankalar, devlet kaynaklarını ve kamusal işletmeleri devralan ya da sınırsız bir biçimde kullanan büyük sermaye kümeleriydi. Tekelci sermayenin tek amacı, baskı yöntemleriyle kamu yetkesine (otoritesine) egemen olmaktı. Bu amaç ayrıcalıklılar şebekesinin hizmetindeki faşist parti yönetimi ile gerçekleştiriliyordu.5
Mussolini, gelir gelmez devletin elinde bulunan telefon, hayat sigortası, belediye işletmeleri ve tüm devlet tekellerini özelleştirdi (bunların büyük bölümü 2.Dünya Savaşı’ndan sonra devletleştirildi). Devlet, 1924 yılında iflas eden Banco di Sconto ve Banco di Romanın tüm borçlarını üzerine aldı ve bu bankalara 1926’ya kadar süren bir dizi kurtarıcı destek verdi. Büyük şirket ağırlıklı nama yazılı hisse senetlerinin tümü devlete ödettirildi.
Savaş sırasında yasadışı yollarla elde edilen varsıllıkları soruşturan Araştırma Kurulu, Mussolini yönetime geldikten 20 gün sonra kaldırıldı. Topraksız köylülere toprak edinme olanağı veren Visocchi Kanunu iptal edildi. Tarıma yapılan teşvikler üretici köylülere değil, “L’associazione dei geogofili” ve “Federconsorzi” adıyla büyük toprak sahiplerinin oluşturduğu örgütler aracılığıyla, tarım tekellerine verildi.
Devlet, bankalar başta olmak üzere büyük sanayi işletmelerinin zararlarına karşı garanti oluşturan sigorta organı haline getirildi. Anonim şirketlerin gelirlerinden alınan vergiler indirildi, fiyatların ve kazançların belirli olması yolu kaldırıldı.6
SIP adı verilen bir yapılanma ile kazançların büyük özel işletmelere, zararların ise devlete yüklendiği bir dizge oluşturuldu. 1933 yılında, “güçlük içinde” olan işletmelere akçalı yardım yapmakla görevli IMI ve zarar eden kuruluşları devralan IRI adlı devlet örgütleri kuruldu. IRI savaş sonuna kadar firmalara 8 milyar Liret dağıttı. Bu para İtalyan halkının aynı dönem içinde ödediği vergilerin toplamı kadardı.7 Bunun açık anlamı, halktan alınan vergilerin tümü bir avuç büyük endüstriciye ve bankere dağıtılmasıydı.
Faşist diktatörlükle yönetilen İtalya’daki ekonomik uygulamalarla günümüzdeki özelleştirme uygulamaları arasındaki benzerlik birçok kişiye şaşırtıcı gelebilir. Ancak bunlar yaşanmış gerçeklerdir. Mussolini, sınırsız bir özgürlük içinde devlet kurumlarını özelleştirerek İtalyan halkını sonu kanla bitecek bir maceraya sürüklerken; aynı yıllarda Atatürk, yoksul Anadolu’da devletçilik yoluyla mucizeler yaratıyor, güçlü bir halk devleti kuruyordu.

Alman Uygulaması

Tekelci şirket çıkarlarını gözeten uygulamaların yoğun olarak uygulandığı bir başka ülke Nazi Almanya’sıdır. Nazizmin ekonomik uygulamaları, aynı İtalya’da olduğu gibi, siyasi baskının ardından gelmişti. Sürekli kılınan terör ortamında tekelci sanayi sermayesinin ve büyük toprak sahiplerinin istemleri, herhangi bir engelle karşılaşmadan hızla yerine getirildi. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Almanya’da da, politik terörü “ekonomik terör” izledi.
Yönetime gelinince Nasyonal Sosyalist Parti’nin izlence (program) ve yaymacasından, anti–kapitalist söylemler çıkarıldı ve büyük şirket istemleri, hükümet politikalarına tam olarak yerleşti. Toplumda uygulamalara karşı çıkacak örgütlü bir güç kalmamıştı. “Kapitalizmin dizginlenmesini” isteyen “inançlı Nazilerden” oluşan SA’lar (Hücum Kıtaları) bile yok edildi. İçlerinde Hitler’in eski “dava arkadaşlarından” Röhm ve Strasser’in de bulunduğu ve yönetim öncesinde dile getirilen anti–kapitalist söylemlerin uygulanmasını isteyen yüzlerce SA yöneticisi, büyük sanayi kümelerinin isteği üzerine 30 Haziran 1934 gecesi SSler tarafından topluca öldürüldü.8
İtalya’da Mussolini’yi destekleyen büyük şirketler Almanya’da Hitler’i desteklediler. Krupp, Thyssen ve Schact, 1 Haziran 1933’de Adolf HitlerSpende der Deutschen Wirtschaft’ı (Adolf Hitler Bağışı) kurumlaştırarak, başta Hitler olmak üzere Nazi önderlerini açıkça kâra ortak ettiler.9 Bu karardan 45 gün sonra, büyük sermayenin temsil örgütü Generaltrat der Wirtshaft (Genel Ekonomi Konseyi), devlete ve partiye karşı özerkliği olan bir örgüt durumuna getirildi ve Alman ekonomisine yön vermeye başladı. 1933’de uygulamaya konulan Dört Yıllık Plan, tümüyle büyük sermayenin önceliklerini gözetiyordu.10

Değişmez Tutum

Hitler, Mussolini’nin ekonomik politikasının hemen aynısını daha kapsamlı bir biçimde Almanya’da uyguladı. 1929 dünya bunalımının olumsuz etkilerini azaltmak için tekelci sermayeye büyük devlet yatırımlarının ihaleleri verildi (bu uygulamayı aynı dönemde Roosvelt yaygın olarak ABD’nde gerçekleştirdi). Bunların çoğu “şirkete göre iş” biçimindeydi ve devlet açısından işe yaramayan verimsiz yatırımlardı. Tekelleşme büyük bir istekle desteklendi.
15 Temmuz 1933’te çıkarılan bir yasayla, Ekonomi Bakanlığı’na, şirketleri birleştirme yetkisi verildi. 1933 Temmuz’u ile Kasım’ı arasında 30 kartel birleşmesi (Tekelci sermaye piyasasında, şirketlerin daha çok kazanmak ya da başka birliklere karşı tutunabilmek için kurdukları birliktelik) gerçekleştirildi. Sermaye yoğunluğunun daha düşük olduğu sanayi dallarında 38 yeni kartel kuruldu.11 Karteller, 1936’ya dek biçimsel olarak, Ekonomi Bakanlığı’nca denetlenirken, 1936’dan sonra yönetim ve denetim tümüyle sermaye sahiplerine bırakıldı.12
Naziler yönetime gelir gelmez, kendinden önceki hükümetlerin devletleştirdiği tüm işletmeleri özelleştirdi. Daha sonra başka devlet işletmeleri de hızlı bir biçimde büyük sermaye kümelerine devredildi. 1929 büyük bunalımı nedeniyle batan ve 1931 yılında devlet denetimi altına giren bankalar, sermaye artışları devlet bütçesinden karşılanıp akçalı güçleri arttırıldıktan sonra yeniden özelleştirildiler. Gemi yapımı ve deniz ulaşımı ile belediye işletmelerinin tümü özel kesime devredildi. Batan şirketleri kurtarmak amacıyla daha önce devlet tarafından satın alınan hisse senetleri şirketlere geri verildi.
Özel girişimin yatırım yapmadığı alanlara devlet yatırımları yapıldı. Verimsiz sayılan bu alanlara yatırılan sermaye için hisse senetleri çıkarıldı. Yatırılan sermaye için temettü garantisi verildi. Zararları ise, devlet üzerine aldı. Yatırım riskleri azalınca da bu kuruluşlar özel şirketlere devredildi.
Büyük yol, bina, santral, iletişim vb. yatırımları yapıldı. Buralarda bir yandan işsizlerin düşük ücretle örgütsüz olarak çalışmaları sağlanırken bir başka yandan ayrıcalıklı büyük firmalara kolayca sermaye birikimi sağlayacak yüksek kazançlı iş alanları yaratılmış oldu.
Teşvikler ve krediler firma kasalarına akıtıldı. Sonuçta büyük şirketlerle devlet iç içe girdi. Daha doğrusu devlet tam olarak büyük sermayenin devleti durumuna geldi. Bu kaynaşmaya en çarpıcı örnek kısa sürede büyük bir sanayi devi durumuna gelen Rheinmetall Börsig şirketinin Denetleme Kuruludur. Bu kurulda, Karl Bosch, Börsig, Deutsche Bank ve Dresten Bank temsilcilerinden ayrı olarak şu üyeler vardı: Nasyonal Sosyalizmi kabul ettiğini açıklayan beysoyluluğun (aristokrasinin) temsilcilerinden Gota Dükü Soxe Cobourg, Devlet Bakanı Trendelenburg, Maliye Bakanlığından bir temsilci, Ordu Temsilcisi olarak Emekli Albay Thomas ve kamu nitelikli bir kredi kuruluşu olan Reichskredigesellschaftın bir temsilcisi. Almanya’da, Vögler, Reusch, Thyssen, Krupp, Von Bohlen, Bosch, K.F.Siemens, Frowein, Cuno gibi büyük sanayiciler ve bankerler, Nazilerin devlet destekleri ve özelleştirme uygulamalarıyla çok kısa zamanda sermaye imparatorlukları durumuna geldiler.13

Şirketler ve Küresel Faşizm


Mussolini ve Hitler, bugün tüm Batılı ülkeler tarafından yeriliyor ancak kurdukları ekonomik düzen hemen hiç eleştirilmiyor, tersine bu düzen, etki alanı genişletilerek saltıklaştırılıyor (mutlaklaştırılıyor) ve uygulanıyor. Bugün, Batıda geçerli olan ekonomik işleyiş ve tekelci yapı, 1930 İtalya ve Almanya’sındaki uygulamalardan çok daha yoğun ve geniş kapsamlıdır.
Şirket evlilikleri ve birleşmeleriyle sağlanan uluslararası “sermaye entegrasyonunun”, dünyayı küçülttüğü ve savaşları önlediği söyleniyor. Aynı şeyler 1930’larda da söyleniyordu. İngiliz Unilever, Brown–Boveri, Amerikan Ford, General Motors başta olmak üzere birçok Batılı sermaye kümesi, Nazi Almanya’sında büyük yatırımlar yapmış, şirket satın almış ve ortaklıklar kurmuştu. Almanya o yıllarda, Fransa’dan sonra dünyada en çok uluslararası şirket birleşmesi olan ülkeydi. Hitler hükümeti, dışarıya açılan Alman şirketlerini ve dışsatımcı firmaları birçok dışsatımcıbağışıklık (muafiyet) ve teşvikle desteklemişti.14 Ancak tüm bunlar tırmanan siyasi gerilimleri ve gelen savaşı önlemeye yetmemişti.
Faşizm bir araçtır, tekelci şirket egemenliğinin çekinceye düştüğü anda devreye sokulan bir araç. Çekince oluşmadığı sürece, dünyaya yön veren büyük sermaye elitleri ve onların politik uzantıları; “inanmış barış severler” ve kararlı “antifaşistlerdir”. Ancak, çıkarlarına ve düzene yönelecek en küçük bir tehdit söz konusu olduğunda kolayca barbar savaşçılar olurlar. Bu gerçeği, 1930’larda Hitler bile açıkça dile getirmiyordu. Ancak Amerikalılar bugün yaptıklarını açıkça ilan etmekten çekinmiyorlar: “Çıkarlarımıza ters düşen her yere müdahale ederiz.”
1930 Almanya’sı ile günümüz ekonomik uygulamaları arasındaki benzerlikleri inceleyen Fransız ekonomist Charles Bettelheim şunları söylemektedir: “Nazi Almanya’sında devletle büyük sermayenin iç içe geçmesi, tekelci kapitalist ekonominin eğilimlerinin son aşamasına vardığını gösterir. Zorunlu karteller, yoğun devlet siparişleri, kredi garantisi, dünya pazarlarıyla saldırgan ilişkilerin yerleşmesi, ekonomik sübvansiyonlar ve fiyatların düzenlenmesindeki işleyiş varılan noktayı gösteren örneklerdir. Örneklerin günümüz uygulamalarıyla benzerlikleri rastlantı değildir. Bu benzerlikler, güncel kapitalizmin gizli olarak nazi Almanya’sının ekonomik yapısına benzer bir ekonomik yapı içerdiğini gösterir”.15

Yapısal Uyum

Küreselleşme ile faşizm arasındaki ekonomik yapı benzerliği kaçınılmaz olarak, siyasi ve hukuksal alandaki yapısal uyumun da özdeksel (maddi) temelini oluşturmaktadır. Ortak ekonomik temel; ortak düşünce, ortak davranış ve ortak kültür demektir. Geçerli kılınmaya çalışılan demokratik düzen anlayışı, emperyalist dönem demokrasisiyle faşizmi birbirinden ne denli ayırmaya çalışırsa çalışsın; aynı temel üzerine oturmaktadır. Bu iki anlayışın benzerlikleri sürmektedir. Siyasi demokrasinin günümüzdeki işleyiş kuralları içinde insanlar, kendi geleceklerine nereye kadar karar verebileceğini bilmemektedir. Demokrasi sınırının, halk kitlelerini dışarda bırakarak daralması ve bu sınırın küçük bir azınlığı çıkarlarıyla örtüşür duruma gelmesi demokrasiden söz etmeyi olanaksız kılmaktadır. Eğer günümüzde demokrasiden söz edilecekse bu demokrasi kuşkusuz “tekelci şirket demokrasisinden” başka bir şey olmayacaktır.

DİPNOTLAR

1                                   “Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi” Gelişim Yayınları,  Sayı 14, sf.331
2                                   “Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3.Cilt, sf.82
3                                   a.g.e. sf.825
4                                   “Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi” Gelişim Yayınları,  Sayı 14, sf.333
5                                   “Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları,  3.Cilt, sf.821
6                                   “Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi” Gelişim Yayınları, Sayı 14, sf.333
7                                   “Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları,  3.Cilt, sf.82
8                                   a.g.e. sf.825
9                                   Le Figaro Magazine, 24.07.1999
10                              “Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 1.Cilt, sf.55
11                              a.g.e. sf.102 ve 234
12                              a.g.e. sf.192
13                              “19.Yüzyılda Fransa’da İşçi Kültürü” Ahmet İnsel, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, sf.78
14                              a.g.e. sf.78

15                              a.g.e. sf.386






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder