12 Temmuz 2015 Pazar

ATATÜRK VE DİL DEVRİMİ


Türk Dil Kurumu (Türk Dili Tekkik Cemiyeti) Atatürk'ün istemiyle 12 Temmuz 1932'de kuruldu. Yazıyı, Türk dilinin gelişimine katkı koyanların anısına saygı için yayınlıyoruz.



Türkçe, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği süresince, 6 yüzyıl, boşlama (ihmal) ve ilgisizlik nedeniyle, devlet katında “can çekişen” bir dil durumuna gelmişti. Yüksek sınıf, Arapça ve Farsça öğrenip konuşmaktan onur duyuyordu. Farsçaya güzel söz söyleme yolu, Arapçaya Peygamber’in konuştuğu dil olduğu için kutsal gözle bakılıyordu. Son dönemlerde, Fransızca ve İngilizce sözcüklerin de girmesiyle resmi dil olarak kullanılan Türkçede kendine ait sözcük oranı % 25’e düşmüştü. Atatürk, Dil Devrimi’ni başlatırken, yabancılaştırılarak örselenmiş bu dil için; “yaşam yolunda bu denli kararlılıkla ilerleyenTürk ulusuna uygun olamaz” diyordu. Gücünü ve birliğini kazanmış bir ulus; “güçlü ve içten düşüncelerini, parçalanmış ve yozlaştırılmış karma bir dille nasıl ifade edebilir, ulusal varlığını nasıl yüceltebilir” diyordu. Türkçenin temizlenmesini hızla olumlu bir sonuca götürmek için yoğun bir uğraş içine girdi. Dilbilimcileri görevlendirdi. Değişik ağızlardan derlemeler yaptırdı. “unutulmuş hazinede, unutulmaya bırakılmış, deyimler ve yeni anlatım biçimleri buldurdu.” En uzak köy ve mezralara dek gidildi. Kamu örgütleri, okullar ve Halkevleri birer derleme merkezi gibi çalıştı. Bir yıl içinde Halkın yaşattığı Anadolu Türkçesine dayanan 130 bin sözcük derlendi. Ayrıca tarih kitaplarından, yüzlerce eski yazma metinlerden çok sayıda Türkçe sözcük tarandı. Taramalar, “Türk dilinin zenginliğini ve derinliğini yadsınamaz bir açıklıkla kanıtladı.” Dil Devrimi böyle oluştu.



Türkçenin Durumu

Yazı değişimiyle ilgili çalışmalar, Türk dil ve tarihinin büyük bir iyesizlik (sahipsizlik) içinde, yüzyıllar boyu yok olmaya bırakıldığını ortaya çıkardı. Osmanlı tarihçilerine göre; Türkler, İslamiyet öncesinde göçebe barbarlardı; bilim ve yazına (edebiyata) uygun bir dilleri yoktu; Türkçe, Arapça ve Farsça’nın sözcük ve kural egemenliği altına girmeden yaşayamazdı; Türkler, “uygarlık bakımından tarihsiz, bilim ve edebiyat bakımından dilsizdi.”1 Devlet politikasına dönüştürülen ortak söylem böyleydi.
Atatürk, bu anlayışın verildiği bir eğitim içinde yetişmişti. Başlangıçta, yeterli bilgisi olmamasına karşın, bu tür görüşlerin bilimle ilgisi olmayan savlar olduğunu sezmişti. Kişisel araştırmalarla başlayıp bilimsel ve toplumsal bir devrim niteliği kazanan Türk dil ve tarih çalışmalarına, her zaman büyük önem verdi. Yerli ve yabancı bilim adamlarının ilgisini bu konuya çekmek için, bilimsel etkinlikler düzenledi; Türk dil ve tarih araştırmalarına uluslararası boyut kazandırdı. G.L.Lewis, dil çalışmaları için; “devrimler içinde, Türklük bilincini geliştirmeye, belki de en çok yarayan, Dil Devrimi olmuştur”2 diyecektir.
Türkçe, Selçuklulardan beri uzun süren boşlama ve ilgisizlik nedeniyle, devlet katında “can çekişen” bir dil durumuna gelmişti. Yüksek sınıf, Arapça ve Farsça öğrenip kullanmaktan onur duyuyordu. Farsçaya, güzel söz söyleme yolu, Arapçaya Peygamber’in konuştuğu dil olduğu için kutsal gözle bakılıyordu. Son dönemlerde Fransızca, İngilizce hatta Almanca, “birbirine karşıt dalgalar halinde”3 Türkçeye girmişti. 20.yüzyıl başında, resmi dil olarak kullanılan Türkçede, kendine ait tümce (cümle) ve sözcüklerin (kelime) oranı, yüzde yirmi beşe düşmüştü.4
Ülkenin en iyi yazarlarının kullandığı yazı dilinde, yabancı sözcük egemenliği o denli yoğundu ki, okur yazarı zaten az olan halk, bu yazarların yapıtlarını anlayamıyor, bu nedenle okumuyordu: “Aydın kişiler, özellikle yabancı dilde eğitim görenler, ne kendi dillerinin ne de sonradan öğrendikleri yabancı dilin inceliklerini anlıyordu. Sonuç olarak Türk yazı dili, halkın olduğu kadar aydınların da kavrayamadığı ‘bir diller karması’ durumuna gelmişti.”5
1908 yılında liselerde okutulan bir kitapta kullanılan dil şöyleydi: “Ol Şeb-i hayır-ki bir sabah-ı felâhın miftah-ı zafer-küşası idi. Şehriyar-ı Gazi Hazretleri cebîn-i taarru-u iftikarı zemin-i teşeffu-u istinsarda kaldırmayıp...”6

Halk Dilini Yaşatıyor

Resmi dil, bu denli bozulma içindeyken, halk, dilini günlük yaşamda canlı tutmuş; toplum ilişkilerinde, ozan deyişlerinde, koşuklarda (şiirlerde) tekke söyleşilerinde onu koruyup geliştirmişti. “Tekke dili, halk diliydi” ve derinliği olan bu dil, “birçok gizemci (tasavvufçu) deyimiyle zenginleştirilmişti”.
Devlet bu dilden uzak durmuş, bu dili sürekli “resmi eğitim dışında tutmuştu”. Halk ozanı Yunus Emre’nin sekiz yüzyıl önce kullandığı Türkçe şöyleydi: “Derviş bağrı baş gerek/Gözü dolu yaş gerek/Koyundan yavaş gerek/Sen derviş olamazsın/Dövene elsiz gerek/Sövene dilsiz gerek/Derviş gönülsüz gerek/Sen derviş olamazsın.”7

Önceki Dil Çalışmaları

Türkçenin bağımsız bir dilbilgisine, kendine özgü, ayrı bir yapı ve anlayışa sahip olduğunu ilk kez, yazar ve dilbilimci Şemsettin Sami (1850-1904) gördü. Ancak, bu konuya bir çözüm getiremedi. Şinasi’nin (1826-1871) çabası da somut bir sonuç vermedi.8
1908 Meşrutiyeti’ndan sonra, Selanik’te çıkan “Genç Kalemler” dergisi, dil sorununa yeni bir canlılık getirdi. Dergi yazarları, herhangi bir dilin, başka dillerden sözcük alabileceğini ancak kural alamayacağını söylüyordu. Daha sonra yayımlanan Türk Yurdu ve Yeni Mecmua gibi dergiler, dil yenileşmesini yazın alanına taşıdı ve “Türkçeciliği yeni edebiyatçı kuşağın davası durumuna” getirmeye çalıştı.9
Genç kuşak Türkçeciler önemli bir etki yapamadı. Süleyman Nazif başta olmak üzere geniş bir kesim, yenilikçi gençlere karşı çıktı. Türkçeci sözcüğündeki “ci” ilgeçi (edat) bile alay konusu yapıldı. “Türkçü ne demek? Dilimizde zerzavatçı vardı, şimdi Türkçüler, Türk satan demek mi olacak?” denildi.10
2.Meşrutiyet Türkçecilerinin amaçlarıyla bilinçleri arasındaki ayrım, dil özleşmesinde kalıcı sonuç elde etmelerine olanak vermedi. Düşünsel donanımları yetersiz, amaçları belirgin değildi. Türkçeye önem veriyor ancak Türkçe kökten sözcük türetmeyi bilmiyorlardı. Üstelik böyle bir girişimi, doğru da bulmuyorlardı. Özellikle, “Türkçeden yeni bilim terimi bulmayı cinayet sayıyorlardı.” Önde gelen Türkçecilerden Ziya Gökalp (1876-1924) bile “bilim dilinin Arapça kalması” gerektiğini söylüyordu.11
19.yüzyıl ve 2.Meşrutiyet Türkçecileri, kalıcı bir yenileşme gerçekleştiremediler ancak sonraki kuşaklara yararlanabilecekleri bir birikim sağladılar. Kimi doğruları dile getirmişlerdi. Ancak, “bir şeyin doğruluğunu savunmak başka, yapmak ise başka bir işti.”12

Atatürk Ayrımı

Atatürk, dil devrimini gerçekleştirirken, kendinden önceki birikimden kuşkusuz yararlandı. Ulaştığı başarı, atılımlarının tümünde olduğu gibi, hiçbir girişimle kıyaslanamayacak denli yüksek düzeyli ve köklüydü. Yüzyıllık uğraşa karşın gerçekleştirilemeyen özleşme, birkaç yıl içinde başarılmış ve Türkçe, bin yıllık tutsaklıktan kurtarılmıştı.
Dil Devrimi, o denli etkili olmuştu ki, yenileşmeye başlangıçta, üstelik yeğinlikle (şiddetle) karşı çıkan tutucular bile, kısa bir süre içinde özleşen Türkçeyi kullanmaya başladılar. Kimsenin aklına, Türkçede karşılığı olmayan bir kavramın, Arapçadan uydurularak bulunması gelmedi, böyle bir işe kalkışılmadı.
Türkçeye yabancı dil girişi, onun ölümünden sonra, Arapçanın yerini İngilizcenin almasıyla yeniden başladı. Üstelik bu kez, eski dönemlerde olmayan ve dünyanın hiçbir ülkesinde uygulanmayan, çok aykırı bir dil bozulmasına izin verildi. Türkçenin varlığı için büyük çekince oluşturan yabancı dilde eğitim, üniversitelerden başlamak üzere, ortaöğrenime dek girdi, İngilizce anaokullarında bile öğretilmeye başlandı.

Türkçenin Düzeyi

Yazı yenileşmesiyle ilgili çalışmalar, Türkçenin niteliğinin de düzeyini belli etmişti. Türkçe, Türkiye’de hiç kimsenin düşünmediği kadar varsıl, güçlü ve etkili bir dildi. Karşılaşılan bu gerçeğin, uluslaşma devriminin önderi olarak onu coşkuya sürüklememesi olanaksızdı. Çalışmalarını yoğunlaştırdı.
Onun için, dil, ulusun temeli; tarih ise bu temeli oluşturan uzun geçmişti. Dilin incelenmesi, kaçınılmaz olarak tarihin de incelenmesini gerekli kılıyordu. Yakın çevresine, “dil bir çıkmaza saplanmış, çıkmazda bırakmaya çalışıyorlar. Ben bu işi başkasına bırakamam. Dili çıkmazdan biz çıkaracağız” diyordu.13
Harf değişimi, 1 Kasım 1928’de yasalaştıktan sonra, “Alfabe Komisyonu’nu” dağıtmadı ve abece (alfabe) konusunda olduğu kadar, dil konusunda da yetkinleşen bu kuruluşu, “Dil Komisyonu’na” dönüştürdü. Komisyon kurulduktan sonra; Celâl Sahir, Ahmet Rasim ve İbrahim Necmi, bir yazım sözlüğü (imla lûgatı) hazırladı. Hemen ardından, Larousse sözlüğünün sözcüklerini, Türkçeyle karşılayan çeviri çalışması yapıldı.
Bu çalışma, “varsıl sanılan Osmanlıcanın gerçekte ne denli yoksul olduğunu”14 ortaya çıkardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Milli Eğitim Komisyonu, “çıkarılan ya da değiştirilen tüm yasaların, elverdiği oranda Osmanlıca değil, halkın anlayacağı”15 bir Türkçeyle hazırlanması yönünde bir karar aldı.

Yoğun Çalışma

Hukukta Türkçeleşme isteği, yankı buldu. Öğretmenler, hekimler, matematikçiler ve özellikle yazıncılar (edebiyatçılar); yazın dilinin, konuşma dili gibi halkın tin (ruh) yapısını yansıtan, ulusal bilince uygun bir dil olmasını isteyen açıklamalar yaptılar; bu yönde çalışacaklarını belirttiler.
Tarih öğrenildikçe, Türkçenin önemi daha çok öne çıktı ve kaynağı Orta Asya olan öz Türkçeye ilgi ve yöneliş arttı. Eski Türk dilinin söz dizimine (sentaks) dönmek için, Türkçe kök sözcükler arayan gezginci derleme ekipleri oluşturuldu; bu amaçla köylere, kasabalara gidildi. Ağızlar (şiveler), deyimler, atasözleri ve söylenceler (efsaneler) derlendi; eski koşuklar toplandı.
Çalışmalar ilerledikçe, çok parlak sonuçlara ulaşıldı. Türk halkı, dilini Orta Asya’dan getirdiği biçimiyle korumuş, zenginleştirerek geliştirmişti. Batılı bilim adamlarının, 19.yüzyılda Türk dili ve tarihi konusunda yaptığı araştırmalar da aynı sonucu veriyor, konuyla ilgilenen bilim adamları, Türkçeye karşı, tutkulu bir hayranlık içine giriyordu.

Yabancıların Değerlendirmeleri

Yabancı araştırmacıların Türk diliyle ilgili çalışmaları bulunup, çevrimleri yapıldı. Bu yapıtlar, Türkçeye yapılan övgülerle doluydu. Alman Doğubilimcisi ve Dil Bilgini Friedrich Max Müller (1823-1900), 1854 yılında yayımlandığı kitabında, “Türkçenin güzelliği ve bilimselliğini” vurgularken, “bu dili yaratan insan zekasına sonsuz hayranlık duyduğunu” belirtmiş ve şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Yabancı unsurlardan arındığında Türkçe kadar kolay, rahat anlaşılan ve diyebilirim ki, zevk verici pek az dil vardır. Dilbilgisi kurallarına uygun (gramatikal), sınırsız denebilecek sayıda biçimlerin (formlarların), üstün bir ustalıkla belirlenmesi, fiil çekimleri ve birleşim düzenini belirleyen düzenlilik ve kıyas yeteneği; tümce yapılarındaki berraklık ve anlaşılırlık sıradışıdır. Bu dilin yaradılışında rol oynayan insan zekasının olağanüstü üstün gücü, onu sezebilecek olanları, kesinlikle hayranlığa sürükler.”16
Türkçe dilbilgisi konusundaki çalışmalarıyla tanınan Fransız Türkbilimci (Türkolog) Jean Deny (1879-1963), Türkçenin gelişkinliği konusunda değerlendirmeler yaparken, bu düzeyde gelişkin bir dil, “Orta Asya’nın doğal ortamından nasıl çıkabilir” diyerek şaşkınlığını dile getirir. Açıklamalarını şöyle sürdürür: “Türk dilini, biz ünlü bilginlerden oluşmuş bir kurulun, ortak çalışmasının ürünü gibi düşünmek gerekir. Ancak, böyle bir kurul bile, Tatar bozkırlarında kendi başına kalan ve kendi içgüdüleriyle bu dili yaratan insan aklının yerini alamaz. Türkçenin en hünerli yönü fiilleridir. Çok çeşitli ‘zaman’ ve ‘eğilimleri’ olan Türkçede, kuşku ve sanlar, umutlar ya da öngörüler, en zarif ayırtılarla (nüans) ifade edilir. Kök hiç bozulmadan kalır ve kişilerle birimlerin ruh halini, sanki temel bir notaymış gibi seslendirir. Türkçe eylemler (fiillerde) de, kendine özgü öyle bir özellik vardır ki, bunun bir benzerine, Arian dillerinden hiçbirinde rastlanmaz. Bu özellik, belli bazı harflerin eklenmesiyle yeni kök sözcükler oluşturma gücüdür. Bu güç, her fiile; olumsuz, bilimsel, yansıtıcı ya da yanıt verici bir anlam getirir.”17

Çalışma Gücü Başarma İstenci

Dil Komisyonu’nun yeterince üretken çalışmadığını düşünerek, dil-tarih araştırmalarını doğrudan ele almaya karar verdi. Zamanının önemli bölümünü, bu işe ayırdı. Sürekli okuyor, araştırıyor, çevresine topladığı yerli yabancı bilim adamları ve uzmanlarla tartışıyordu. Çankaya bir “uygulama okuluna”18, sofra ise “bir seminer masasına”19 dönüşmüştü.
Dil devrimine giriştiğinde, 47 yaşında bir emekli general ve Cumhurbaşkanıydı. Dil ve tarih gibi uzmanlık isteyen bir konuda, büyük dönüşümler gerçekleştirecek atılımlara öncülük edemeyeceği söyleniyordu.
Ancak o, kendine özgü direnç ve çalışma gücüyle, “sanki Misak-ı Milli sınırlarını savunur, sanki ülkeyi kapitülasyonlardan arındırır gibi”20 dil özleşmesiyle uğraşıyor; dil ve tarih konusunda, bin yıllık savsaklamalardan, boş inançlardan ülkeyi kurtarmaya çalışıyordu.
Savaşlarla geçen, bir gün dinlenme görmemiş yaşamının, o yorgun döneminde”21, Radlov’un dört ciltlik Türk Lehçeleri Sözlüğü’nü, Pekarsky’nın yine dört ciltlik Yakut Sözlüğü’nü ya da H.G.Wells’in Dünya Tarihinin Ana Hatları’nı elinden düşürmüyordu. Bir keresinde, iki gece üst üste yatağa girmemiş ve “yalnız kahve içerek ve arada bir ılık banyo yapıp, göz kapaklarını ıslak bir tülbentle silerek” kırk saat durmadan Wells’i okumuştu.22

Dile Verdiği Önem

Dil Devrimi, onun tam bağımsızlık anlayışının bir parçası, devrimin vazgeçilmez gereğiydi. Dil konusunda sahip olduğu kesin yargı, “kendi dili ile düşünmeyen, okuyup öğrenmeyen, kendi dilinde eğitim almayan bir ulus, bağımsız olamaz; hiçbir ulus, dilindeki yabancı kültürlerin etkisini önlemeden kendini bulamaz; dilde ödün verenler, ulusal savunma silahlarından birini elinden bırakmış, güçsüz düşmüş, birliğini yitirmiş demektir” biçimindeydi.23
Türkçeye hak ettiği yüksek değeri verecek, “soylu benliğine kavuşturacak” ve “kendi benliği içinde daha da varsıllaştırarak” onu, “büyük bir kültür dili durumuna” getirecekti.24

Atılım Başlıyor

Yoğun ve özenli bir hazırlık döneminden sonra 1932’de, Dil Devrimi savaşımını başlattı. “Bu yeni ulusal savaşı yönetmek üzere”25 12 Temmuz 1932’de, izlence (program) ve tüzüğünü kendisinin yazdığı, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni kurdu. Hemen ardından kendi deyimiyle, “bütün milleti dil çalışmalarına katma amacıyla”, Birinci Büyük Dil Kurultayı’nı topladı.
26 Eylül-5 Ekim 1932 arasında Dolmabahçe Sarayı’nın büyük salonunda yapılan Kurultay’a; dil uzmanları, bilim adamları, yazar ve ozanlar, öğretmenler ve halk temsilcileri katıldı. Binden çok delege içinde, ülkenin değişik yerlerinden gelen “kadın-erkek köylüler ve yörükler de vardı.”26
Kurultay’daki, yeniliğe dönük güçlü istenç (irade) ve bilinçli kararlılık, Milli Eğitim Bakanı, Dr.Reşit Galip’in açış konuşmasına yansımıştı. “Hükümet olarak, alacağınız bütün kararları uygulayacağız” diyen Reşit Galip, duygu ve düşüncesini şöyle dile getirmişti: “Millete verdiğimiz söz, daha yerine gelmedi. Millet önünde içtiğimiz ant, daha tamamlanmadı. Milli kültür toprağı, yabancı unsurlardan henüz kurtulamadı. Türk dili, henüz kendi gerçek kimliğini bulmadı. Onu sevgi ve sevecenlikle kucaklayın. Onu yeniden ana sütü ile emzirerek; yeni, coşkun, ölümsüz yaşama eriştirin...”27
Öğretmenler, gazeteciler ve yazarlar başta olmak üzere tüm aydınları dil yenileşmesine katılmaya ve Türkçe kulanımına özen göstermeye çağırdı. Gittiği her yerde, konuştuğu herkese bunu söylüyordu. Çağrısını, ölene dek sürdürdü. 1938’de, hastalığının ileri döneminde bile; “Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna benimsetilmesi için, her yayın aracından yararlanmalıyız. Her aydın, hangi konuda olursa olsun buna dikkat etmeli, konuşma dilimizi ahenkli, güzel bir duruma getirmeliyiz” diyordu.28

Kurultay Kararları

Önemli kararlar alan Dil Kurultayı, iki yıl sonra toplanmak üzere dağıldı. “Türkçenin, Hint-Avrupa dilleriyle kıyaslanması, Türkçenin tarihsel gelişiminin araştırılması, tarihsel dilbilgisinin yazılması, Batı ve Doğu toplumlarında Türk dili üzerine yazılmış kitapların toplanıp çevrilmesi” kararlaştırıldı. Ayrıca; “Türk lehçelerindeki sözcükler derlenecek, lehçeler ve terimler sözlüğü hazırlanacak, Türkçe biçimbilgisi (dilbilgisinin sözcüklerin yapısını inceleyen bölümü) ve söz dizini (sentaks) yazılacak, ekler araştırılacak, ek ve ilgeçlerin (edat) işlenmesine” önem verilecek ve dil konusunda bir dergi çıkarılacak, gazetelerde dil çalışmalarına özel önem ve yer verilecekti.29
En uzak köy ve mezralara dek gidildi. Kamu örgütleri, okullar ve Halkevleri birer derleme merkezi gibi çalıştılar. Derlemeler, “önce ilçeye, orada elenerek ile, ilde elenerek Ankara’ya” gönderildi. Sekiz ay içinde, halk ağzından 125 988 Türkçe sözcük derlendi; bir yıl sonra bu sayı 129 792’ye çıktı.30 Anadolu Türkçesine dayanan bu derlemeden ayrı olarak, Türk lehçelerinin tümüne ait sözcüklerden, tarih kitaplarından ve yüzlerce eski yazma metinlerden, çok sayıda Türkçe sözcük tarandı. Taramalar, “Türk dilinin zenginliğini ve derinliğini, yadsınamaz bir açıklıkla kanıtladı.”31

Dilbilim “Ustası”

Dil araştırmalarına başladıktan kısa bir süre sonra; sözcük türetme, öz Türkçe yeni sözcük geliştirme ve kural belirleme konusunda usta bir dilbilimci durumuna gelmişti. Bilim adamlarıyla tartışıyor, görüş geliştiriyor ve Dil Komisyonu’na önerileriyle yol gösteriyordu. Eriştiği düzeyi gösteren en açık belge, 1936’da yazdığı Geometri Kılavuzu adlı kitaptı. Bu kitap, yalnızca dil yenileşmesi için değil, onunla birlikte, “bilim, kültür ve eğitim açısından” da değerli bir çalışmaydı.
Geometri Klavuzu’nu yazmadan önce, eski terimle hendese olarak bilinen geometrinin hiçbir terimi Türkçe değildi ya Arapça ya da Farsçadan alınmıştı. Açı’ya zaviye, artı’ya zait, bölü’ye taksim, çap’a kutur deniyordu. İç ters açılar’ın adı, zâviyetân-ı mütekabiletân-ı dâhiletân; eşkenar üçgen’in adı, müselles-i mütesâviyül adlâ’ydı. Geometri öğreniminin önünü tıkayan bu güçlüğü aşmak için bulduğu terimler, tümüyle Türkçe kök ve eklerden çıkarılmıştı.32
Geometri Klavuzu okunduğunda, ana mesleği askerlik olan bir devlet başkanının değil, dil ve bilim konusunda yetkin bir uzmanın yüksek niteliğiyle karşılaşılacaktır. Bulduğu yeni geometri terimlerinin bir bölümü şunlardır: “Açı, açıortay, alan, beşgen, boyut, çap, çekül, çember, dışters açı, dikey, dörtgen, düşey, düzey, eğik, eşkenar, içters açı, ikizkenar, kesit, konum, köşegen, oran, orantı, paralelkenar, teğet, taban, türev, uzay, üçgen, yamuk, yatay, yöndeş.”33

Aralıksız Çalışma

8 Mart 1933’te, “Osmanlıcadan Türkçeye Karşılık Bulma İzlencesi” başlatıldı; ajans, radyo ve gazeteler, bu iş için yardıma çağrıldı. Dört ay içinde, 1382 Arapça Farsça sözcük saptandı, 1100’ünün Kurulca karşılığı bulundu, 640 tanesi benimsenip yayımlandı.
Halk, Türkçe konuşmaya çağrıldı ve “Vatandaş Türkçe Konuş” ya da “konuştuğun gibi yaz” özdeyişiyle, resimli-resimsiz duvar duyuruları bildiriler, radyo konuşmaları yapıldı. 1934’te Ekler Sözlüğü ve Tarama Dergisi yayımlandı. 1936’da Türk Dili Tetkik Cemiyeti, Türk Dil Kurumu adını aldı.34
Bizans kökenli coğrafi terimler ve kilise sözcüklerinden oluşan bileşik adlar tümüyle değiştirildi. Örneğin Bulgarların kutsal saydığı Kırkkilise’ye Kırklareli, Marmara adalarından Prinkipo’ya Büyükada, Hakli’ye Heybeliada, Antigoni’ye Burgazada, Proti’ye Kınalıada adı verildi. Grekçe Eis ten polin’den gelen İstanbul değiştirilmedi ancak örneğin semtlerinden Saint Stéphano’ya, Yeşilköy adı verildi.35
Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda, Arapça ve Farsçanın kaldırılmasına karar verildi (1 Eylül 1929). Diyanet İşleri Başkanlığı, 18 Temmuz 1932’de, ezan (cemaatin namaza çağrılması) ve kamet’in (cemaatin namaza kaldırılması) Türkçe okunmasına karar verdi; uygulama, 7 Şubat 1933’te, İstanbul’da başlatıldı.36 Fener Rum Kilisesini tanımayan Türk Ortadoks Kilisesi Patriği Papa Eftim, kendisinden böyle bir şey istenmemesine karşın, 3 Nisan 1933’te, dini törenleri Türkçe yapmaya başladı.37
Azınlık okullarındaki dil öğrenimine yeni kurallar getirildi. Musevi azınlık okullarında, dil öğreniminde “Fransızca yerine Türkçe okuma” zorunluluğu getirildi. Dinî ya da laik tüm azınlık okullarının eğitim izlenceleri, ilk sınıflarda, haftada on dört saat Türkçe okutulmak üzere düzenlendi. Bunun sekiz saati Türkçe, üç saati Türk tarihi, üç saati de coğrafyadan oluşuyordu. Bu derslerden başarısız olan öğrenci, sınıf geçemiyordu.38
Valilik kararıyla yapılan bildirimlerle; işyeri adları, tanıtımlar (reklamlar) ve “müşteri niteliği ne olursa olsun” lokantalardaki yemek listeleri Türkçe yazıldı. Gezgin satıcılar, mallarını artık, “sokaklarda Türkçe bağırarak” satabilecekti. Hükümet, bir kararname yayımlayarak; kamu kuruluşlarına verilecek dilekçelerin, yurtiçi mektup adreslerinin, telefon numaralarının yalnızca Türkçe yazılabileceğini bildirdi.39
Meclis’in kabul ettiği Türk Harfleri Kanunu’yla, kamu ve özel kuruluşlar, dernekler ve tüm vakıflara; sözleşme, kira kağıtları (kontrat), saymanlık (muhasebe), fatura ve defter tutma gibi işlemlerde, “milli dili kullanma zorunluluğu” getirildi. Bu zorunluluk; Osmanlı Bankası, Deniz Rıhtım Kumpanyası, Fener Şirketi, Hereke Kömür İşletmesi gibi anonim şirketlerle; hizmet alanında özel konumu olan Tramvay, Gaz ve Terkos Suları gibi büyük şirketleri de kapsıyordu.
Yasa, Türkiye’de çalışan yabancı şirketler için de geçerliydi. Bunlar, ülkeleriyle yapacakları yazışma ve kayıt dışındaki tüm işlemlerde yasaya uyacaklardı. “Türkçe kullanmayı zorunlu kılan” yasaya uymayan şirketler, 500 liraya kadar para cezası ödeyecek, suçun yinelenmesi durumunda, “Türkiye’deki çalışmalarına son verilecekti.”40

Halkın İlgisi

Dilde özleşme, halktan ilgi ve destek gördü. Yenileşmeye yönelik kural öğrenme, öztürkçe sözcük bulma, “Türkiye’de bir tür moda durumuna” geldi. Bu “moda”, soyadı yasasıyla, coşkun bir arayışa, tutkulu bir yarışa dönüşmüştü.
Herkes kendine ya da yakınlarına, soyad bulma, doğacak çocuklarına öztürkçe ad takma yarışına girmişti. Türkçe, Türk toplumunda bin yıldan beri ilk kez, gerçek değerini ve hak ettiği yeri buluyordu.

Devrimi Kendine Uygulamak

Eski dile egemen birinci sınıf bir Osmanlıca uzmanı, iyi bir konuşmacı ve yazardı. Gençliğinden beri Osmanlıcayı kullanıyor, duygu ve düşüncelerini bu dille mükemmel biçimde dile getiriyordu. Dil devrimini gerçekleştirip Türkçe kullanımını yaymak için, eski dildeki yetenek ve alışkanlıklarını bırakmada hiç duraksamadı. Her devrimde olduğu gibi, yeniliği önce kendi uyguladı. Örneğin 1924 yılında Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na yazdığı mektupta kullandığı dil, “Cumhuriyet levs ile, riya ile kiap ile melûf ve rengi aslisini, hali tabisini, kıymet-i giranbahasını gaip eden Bizans’ı, elbette ki ve muhakkak adam edecektir. Hali tabii ve nezihine irca eyleyecektir”41 biçimindeyken; on yıl sonra 8 Şubat 1934’te yayımladığı bildiriyi, “öz dileğimiz yurdun yüceliği, yurttaşın genliğidir” diye bitiriyordu.42
İsveç Prensi Güstav Adolf onuruna, 3 Ekim 1934’te Çankaya’da verdiği akşam yemeğindeki konuşmasında kullandığı Türkçe şöyleydi: “Bu gece ulu konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken, duygum tükel özgü bir kıvançtır. Burada kaldığınız uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankısını bulacaksınız.”43

Ölene Dek Süren Uğraşı

Dil ve tarih araştırmalarına gösterdiği ilgiyi, hastalığının ilerlediği döneme, hatta öleceğini anladığı günlere dek sürdürdü. 1936’ya dek geçen dört yıl içinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni; örübilim (filoloji), kökenbilim (etimoloji), dil bilgisi (gramer), sözcük, derleme, basım yayın ve terim adı altında yedi ayrı bölümü olan bir kurum durumuna getirmiş; ona Türk Dil Kurumu adını vermişti.
Türk Dil ve Tarih Kurumlarının gelişimine çok özen gösterdi. Bu özeni, 1 Kasım 1936’da TBMM’nin 5.Dönem 2.Toplantı yılını açarken yaptığı konuşmada şöyle dile getirdi: “Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumumuzun, hergün gerçeğin ufuklarını açan, ciddi ve sürekli çalışmalarını övgüyle anmak isterim. Bu iki milli kurumumuz, tarihimizin ve dilimizin karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini ve dünya kültürüne köklü etkilerini, inkar edilemez bilimsel belgelerle ortaya koyarken; yalnız Türk milleti için değil, bütün bilim dünyası için dikkat çekici ve aydınlatıcı kutsal bir görev yaptığını güvenle söyleyebilirim.”44
1937’de Geometri terimlerinin öztürkçe karşılıklarını bulmak ve Geometri Klavuzu kitabını yazmakla uğraştı. Ölümünden iki ay önce, 5 Eylül 1938’de yazdırdığı vasiyetinde, İş Bankası’ndaki kişisel parasını, yarı yarıya, Dil ve Tarih Kurumlarına bıraktı.45 Hastalığının ağırlaşması nedeniyle okuyamadığı, onun yerine Başbakan Celal Bayar’ın okuduğu 1 Kasım 1938 Meclis’i açış söylevinde bile dil sorununa değindi ve “Türk Dil Kurumu türlü bilimlere ilişkin Türkçe terimleri saptamış ve böylece dilimiz yabancı dillerin etkisinden kurtulma yolunda köklü adımını atmıştır...”46 diyerek, Dil Kurumu’na verdiği önemi gösterdi. Bu denli önem verdiği Türk Dil Kurumu, 12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştirenler tarafından kapatıldı.

DİPNOTLAR

1 “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.467
2 “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitap.Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.538
3 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.70
4 a.g.e. sf.70
5 a.g.e. sf.70
6 “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.469
7 “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.469
8 “Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, İş.Ban.Yay., İst.-tarihsiz, sf.121-122
9 “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.471
10 a.g.e. sf.472
11 a.g.e. sf.472
12 “Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, İş.Ban.Yay., İst.-tarihsiz, sf.120
13 “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.477
14 a.g.e. sf.468
15 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.70
16 “Suggestions for the Asistance in Learning the Languages of the Seat of War in the East; With Survey of the Three Famillies of Language Semitic Arian and Turanian”; Friedrich Max Müller, Longman-Longmans, London, 1854; ak.Prof.İlhan Arsel, “Arap Milliyetçiliği ve Türkler” Kaynak Yay., 6.Basım, İst.-1998, sf.384
17 a.g.e. sf.385, 386
18 “Kemalizm” Tekin Alp, Top.Dön.Yay., İst.-1998, sf.144
19 “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitap.Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.540
20 “Ulus Olmak” Necati Cumalı, Çağdaş Yay., İst.-1995, sf.91
21 a.g.e. sf.91
22 “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitap.Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.538
23 “Ulus Olmak” Necati Cumalı, Çağdaş Yay., İst.-1995, sf.90
24 “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri-IV” Kaynak Yay., 3.Bas., 2001, sf.263
25 a.g.e. sf.263
26 a.g.e. sf.264
27 “Kemalizm” Tekin Alp, Top.Dön.Yay., İst.-1998, sf.169
28 “Atatürk ve Dil Bayramı-Atatürk’e Saygı” A.A.İnan, TDK Yay., sf.112
29 “İletişim ve Dil Devrimi” Prof.Ö.Demircan, Kendi Yay., İst.-2000, sf.116
30 “İletişim ve Dil Devrimi” Prof.Ö.Demircan, Kendi Yay., İst.-2000, sf.116
31 “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri-IV” Kaynak Yay., 3.Bas., 2001, sf.264
32 “Atatürk’ün Yazdığı Geometri Klavuzu” Nurer Uğurlu Önsözü, Cumhuriyet Yay., İst.-1998, sf.9
33 a.g.e. sf.9-10
34 “İletişim ve Dil Devrimi” Prof.Ö.Demircan, Kendi Yay., 2000, sf.117-120
35 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.72
36 “Çankaya Özel Kalemini Anımsarken” Haldun Derin, Tarih Vakfı Yurt Yay., İst.-1995, sf.75
37 Cumhuriyet, 04.04.1933; Ak. Haldun Derin, “Çankaya Özel Kalemini Anımsarken”, Tarih Vakfı Yurt Yay., İst.-1995, sf.75
38 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.73
39 a.g.e. sf.75
40 a.g.e. sf.73-74
41 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, III.C., Remzi Kit. 8.Bas., İst.-1983, sf.424
42 “Çankaya Özel Kalemini Anımsarken 1933-1951” Haldun Derin, Tarih Vakfı Yay., İst.-1995, sf.86
43 “İletişim ve Dil Devrimi” Prof.Ö.Demircan, Kendi Yay., İst.-2000, sf.116
44 “Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” Seyfettin Turan, Yapı Kredi Yay., 2.Bas.,İst.-1995, sf.188
45 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, III.C., Remzi Kit. 8.Bas., İst.-1983, sf.430

46 “İletişim ve Dil Devrimi” Prof.Ö.Demircan, Kendi Yay., İst.-2000, sf.149

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder