Mustafa Kemal,
1.Dünya Savaşı çıktığında Sofya’da askeri ateşeydi ve
birçok kez başvurmasına karşın, cephe görevine atanmıyordu.
Günler geçtikçe öfkesi artmaya ve yerinde duramaz duruma gelmeye
başladı. Kanıtlanmış yetenekleriyle iyi yetişmiş bir kurmay
subaydı. Görev alacağı birlikleri savaşa hazırlama ve
savaştırmada yararlı olacağını biliyordu. Ancak, yaşamsal
önemde bir savaş sürerken çatışma dışı bir yerde
tutuluyordu. Şam’a sürgünle başlayan bu uygulama, askerlik
yaşamının sanki yazgısı olmuş, her zaman edilgen görevlere
atanarak, eylemsiz kılınmak istemişti. Cephelerde görev almak
için, hep özel çaba harcamak zorunda kalmıştı. İleri
niteliklerinden ve bilinçli kararlılığından çekinerek, önce
Saray, sonra İttihat ve Terakki, özellikle Enver
Paşa, sürekli böyle
davranmıştı.
Ülkemizde toplumsal muhalefetin ve siyasi tartışmanın yoğunlaştığı bir dönem yaşanıyor. Kendiliğinden gelişen kitlesel eylemlerin ve siyasi tartışmaların niteliğini yükseltmek amacıyla bu bloğu oluşturduk. Hiçbir parti, grup ve toplulukla bağımız yoktur. Yazar Metin Aydoğan'ın yazılarını yayınlayacağız. Düşünsel yaşamımıza katkı koyacağına inandığımız yazıların, bilimsel tartışmalara yol açmasını diliyoruz.
30 Temmuz 2015 Perşembe
28 Temmuz 2015 Salı
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SONUÇLARI
Birinci Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914’te,
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Sırbistan’a girmesiyle başladı ve
Avrupa’ya yayıldı. Bu savaş ve 21 yıl aradan sonra ortaya çıkan 2.Dünya Savaşı,
20.yüzyıla biçim veren emperyalist paylaşım savaşlarıydı. Etkisi günümüzde de
sürmektedir. Seksen milyon insanın öldüğü bu iki savaşı ele alan altı yazıyı,
birer gün arayla yayınlayacağız.
Ekonomik
dayanakları olmayan bir savaş bugüne dek görülmedi. Tecimsel yarışın siyasete
taşınarak askeri eyleme dönüşmesi, büyük küçük tüm savaşların ortak
özelliğidir. 20.yüzyıl başında dünyanın genel bir çatışmaya gittiği
görülüyordu. 1898-1914 arasında yerel ölçekli çatışmalar sürmekteydi. 28 Temmuz
1914’te başlayan ve 1918’de bittiğinde 32 ülkenin galip konumda olduğu genel
savaş, düşük yoğunluklu yerel savaşların, yoğun ve kapsamlı bir çatışmaya
dönüşerek tüm dünyaya yayılmasıydı. Savaşın sorumluları, uzlaşmaz bir ekonomik
yarış içine girmiş olan beş emperyalist ülkeydi: Almanya, İngiltere, Fransa,
ABD ve Japonya.
26 Temmuz 2015 Pazar
ATATÜRK VE BATI
Türkiye’de
Atatürk’e
karşıtlık, onun ölümüyle başlayan ve Batıyla dolaysız
ilişkisi olan bir süreçtir. Batıya bağlanma Atatürk’ten
kopuşu, Atatürk’ten
kopuş da Batıya bağlanmayı hızlandırmıştır. Birbirini
etkileyen bu ikili sürecin kaçınılmaz sonucu, Atatürkçülüğün;
politikadan ekonomiye, yönetim işleyişinden kültüre, dilden
tarihe dek uygulamadan kaldırılması olmuştur.
24 Temmuz 2015 Cuma
LOZAN’IN ÖNEMİ
24
Temmuz 1923, Ulusal Kurtuluş Savaş’ımızın Batıya kabul
ettirilerek, askeri zaferin sivil zaferle tamamlandığı gündür.
Yazıyı bu savaşımda emeği geçenlerin anısına saygı için
yayınlıyoruz.
Lozan
Konferans’ına 12 ülke katıldı ancak “esas
görüşme ve tartışma İngiltere’yle Türkiye arasında oldu”.
Lord
Curzon,
karşısındakini eski Osmanlı Türkü sanıyordu. Ancak,
yanıldığını çabuk anladı. “İlkelerini
her şeyin üstünde tutan vatansever bir tutumla”
karşılaştı. “Doğulularda
böyle şey olmaz”,
“Türkler
nasıl bu hale geldi?”
diyerek şaşkınlığını dile getiriyor, “nedenini
bir türlü anlayamadığı”
değişimi, çözmeye çalışıyordu. Lozan’da
ortaya çıkan “yeni
Türk tipi”,
ulusal hakların savunulmasında yüksek nitelikli bilinç ve direnç
gösteriyor, oraya neden geldiğini, neyi nasıl elde edeceğini
biliyordu. Batı gazetelerinde şaşkınlık ifade eden yorumlar
yapılıyor, The
Times,
“Acaba
Türkiye, bir mucize ile uygar bir devlet mi oldu?” diyordu.
21 Temmuz 2015 Salı
ATATÜRK SONRASI (1938-1950)
Kemalist
politikanın ödünlerle başlayıp karşı devrimle sonuçlanan uzun
bir süreç sonunda uygulamadan kaldırılması, sanıldığı gibi
1950’lerde değil, 11 Kasım 1938’de yani Atatürk’ün
ölümüyle birlikte başlamıştır. Bu, öznel bir yargı değil
hükümet uygulamalarının ortaya koyduğu bir olgudur. Yaşananlar,
şaşırtıcıdır ancak gerçektir. Şaşırtıcı olan, İnönü
gibi her zaman Atatürk’ün
yanında yer alan, Kurtuluş Savaşı ve devrimlerde büyük hizmeti
bulunan bir “ulusal
önderin”,
geri dönüş sürecinin başlamasında birincil düzeyde sorumlu
olmasıdır. Bu konu ve nedenleri, ülkemizde yeterince
tartışılmamış, böyle bir tartışma İnönü’ye
saygısızlık olarak görülmüştür. Oysa, olaylar ve sonuçları
ortadadır. Bunları inceleyip, günümüze ve geleceğe yönelik
ders çıkarmak bizim sorumluluğumuzdur. İnönü
gibi, Devrim’de
yer alan, katkısı olan bir önderin, tarih açısından içine
düştüğü durumun açıklanması gerekir. Emperyalizmi
kavrayamamanın yol açtığı Batı hayranlığının nelere yol
açacağını görmek ve geleceğe yönelik kendimize çizeceğimiz
yolu aydınlatmak zorundayız. Geçmişten ders almalıyız.
19 Temmuz 2015 Pazar
MANDA VE MANDACILAR
Mustafa
Kemal’in yanında yer
alarak, Kurtuluş
Savaşı’nda önder
konuma gelen üst düzey komutanlar, Batıcılığın, bağlı olarak
mandacılığın
etkisi altındaydılar. Hüseyin
Rauf (Orbay), Ali
Fuat (Cebesoy), Refet
(Bele), Albay İsmet
(İnönü), Amerikan
mandasına sıcak bakan
komutanlardı. Mustafa
Kemal, en yakınında
bulunan bu insanları, mandacılığın
çıkmazlığı konusunda ikna etmek için yoğun çaba harcadı.
Albay İsmet,
Kazım (Karabekir)
Paşa’ya, Mondros
Bırakışması’ndan
sonra yazdığı Mektupta, “Amerika
milletine başvurulursa çok yararlı olacağı söyleniyor ki ben de
tamamen bu kanıdayım. Bütün ülkeyi, parçalamadan Amerika’nın
denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir”
diyordu.
16 Temmuz 2015 Perşembe
TÜRK YÖNETİM GELENEKLERİYLE İLGİLİ SÖYLEŞİ
Türk tarihi,
Büyük
Göçler
ve göçleri
ortaya çıkaran nedenler bilinmeden; dünya tarihi ise, bu göçlerin
başka toplumlara yaptığı etki ve yarattığı sonuçlar
anlaşılmadan kavranamaz. Yedi bin yıl süren göçler
Türk
toplumunun özyapısına
(karakterine)
biçim vermiş ve bugün de yaşamakta olan, belli ki daha da
yaşayacak olan birçok toplumsal özelliğe kaynaklık etmiştir.
Göçlerle gidilen yerler yurt yapılmalı, buraya sağlamca
yerleşilmeli ve bir
daha göç etmek zorunda kalınmaması için
bu yurt ne pahasına olursa olsun korunmalıydı, bunun için,
örgütlü ve güçlü olunmalıydı (devlet). Bu yaklaşım,
Türkler’in neredeyse genlerine işleyen kutsal
bir milli ülkü halini almıştı.
Zorunluluklara dayanan bu ülkü
onlara; Çin’den Mısır’a, Hindistan’dan Avrupa’ya dek çok
geniş alanlarda, devletler kurdurdu; kültürünü bu alanlara
yaydırttı; Türkler’in, dünya tarihi içinde, hiçbir kavmin
yapamadığı kadar uzun ve etkili yer almasını sağladı.
Tarihin en
karanlık çağlarından bugüne kadim bir medeniyet halini gelmiş
olan Türklerin yönetim geleneği üzerine ne yazık ki çok fazla
çalışma bulunmamaktadır. Genç araştırmacımız Hacı
Mehmet POYRAZ,
son yıllarda adından sıklıkla bahsettiren mimar-yazar Metin
Aydoğan
ile “Antik
Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler”
isimli iki ciltlik kapsamlı çalışması üzerine konuştu. İktisadi.org
14 Temmuz 2015 Salı
SİNCAN UYGUR, EMPERYALİZM VE ÇİN
Son
dönemde yazılı ve görsel basında, sosyal medyada; güncelliği
olmayan ve Türkiye’yi ilgilendirmeyen, karalamaya dayalı düzeysiz
bir tartışma yaşanıyor. Sincan
Uygur Özerk Bölgesi’ne
yönelik gerçekleri yansıtan her öğretici yazı, yazarına küfür
olarak geri dönüyor. Gerçekler, yalana dayalı yaymacayla
örtülmeye çalışılıyor. Türk töresine uymayan garip eylemler
yapılıyor, Türkiye’nin konuğu olan turistler dövülüyor.
Bilgisizliğin karanlığı içinde önce sanal düşmanlar
yaratılıyor, sonra bu düşmana savaş açılıyor. Sincan Uygur
konusunun gerçek boyutunun özet de olsa ortaya konması gerekiyor.
12 Temmuz 2015 Pazar
ATATÜRK VE DİL DEVRİMİ
Türk
Dil Kurumu (Türk Dili Tekkik Cemiyeti) Atatürk'ün
istemiyle 12 Temmuz 1932'de kuruldu. Yazıyı, Türk dilinin
gelişimine katkı koyanların anısına saygı için yayınlıyoruz.
Türkçe,
Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği süresince, 6 yüzyıl,
boşlama (ihmal) ve ilgisizlik nedeniyle, devlet katında “can
çekişen”
bir dil durumuna gelmişti. Yüksek
sınıf,
Arapça ve Farsça öğrenip konuşmaktan onur duyuyordu. Farsçaya
güzel söz söyleme yolu, Arapçaya Peygamber’in konuştuğu dil
olduğu için kutsal gözle bakılıyordu. Son dönemlerde, Fransızca
ve İngilizce sözcüklerin de girmesiyle resmi dil olarak kullanılan
Türkçede kendine ait sözcük oranı % 25’e düşmüştü.
Atatürk,
Dil Devrimi’ni başlatırken, yabancılaştırılarak örselenmiş
bu dil için; “yaşam
yolunda bu denli kararlılıkla ilerleyenTürk
ulusuna uygun
olamaz” diyordu.
Gücünü ve birliğini kazanmış bir ulus; “güçlü
ve içten düşüncelerini, parçalanmış ve yozlaştırılmış
karma bir dille nasıl ifade edebilir, ulusal varlığını nasıl
yüceltebilir”
diyordu. Türkçenin temizlenmesini hızla olumlu bir sonuca götürmek
için yoğun bir uğraş içine girdi. Dilbilimcileri görevlendirdi.
Değişik ağızlardan derlemeler yaptırdı. “unutulmuş
hazinede, unutulmaya bırakılmış, deyimler ve yeni anlatım
biçimleri buldurdu.”
En uzak köy ve mezralara dek gidildi. Kamu örgütleri, okullar ve
Halkevleri birer derleme merkezi gibi çalıştı. Bir yıl içinde
Halkın yaşattığı Anadolu Türkçesine dayanan 130 bin sözcük
derlendi. Ayrıca tarih kitaplarından, yüzlerce eski yazma
metinlerden çok sayıda Türkçe sözcük tarandı. Taramalar, “Türk
dilinin zenginliğini ve derinliğini yadsınamaz bir açıklıkla
kanıtladı.”
Dil Devrimi böyle oluştu.
9 Temmuz 2015 Perşembe
ATATÜRK’ÜN DIŞ SİYASETİ
Atatürk’ün
uyguladığı dış
politika sonucunda,
Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren ve Lozan’dan
kalan sorunları çözdü ve Tuna
boylarından Orta Asya’ya, Rusya’dan Basra’ya
dek geniş bir alanı, emperyalist devletlerin etkili olamadığı
barış bölgesi durumuna getirdi. Bu başarı, aynı zamanda,
Türkiye’nin dört bir yanının, dostluğa dayalı, sağlam bir
güvenlik kuşağıyla çevrelenmesi demekti. Yunanistan’la olan
göç ve azınlık sorunlarını çözdü, Boğazlar üzerindeki
egemenlik sınırlamasını Montreux’de
kaldırttı. Hatay sorununu Türkiye’nin istediği biçimde
sonlandırdı. Türkiye adına öyle bir saygınlık yaratmıştı
ki, tüm çevre ülkeleri, aralarındaki herhangi bir sorunu çözmek
için, Türkiye’nin hakemliğini severek kabul ediyordu.
7 Temmuz 2015 Salı
ORTADOĞU’DA NE OLUYOR; TÜRKİYE NE YAPIYOR
“Türkler
bize ihanet etti... Kürtler bize sadık... Ortadoğu’da bir Kürt
devleti kurulmalıdır.
Kurulacak
bağımsız Kürt devleti; Suriye, Irak, İran ve Türkiye’den
toprak almalıdır. Bu devlet Bulgaristan’dan Japonya’ya kadar
uzanan bölgede en Amerikan yanlısı ülke olacaktır”.
Ralph
Peters -American
Enterprise lnstitute Üyesi
Armed Forces
Journal
5 Temmuz 2015 Pazar
TÜRKLERDE KİMLİK KORUMA
Türk
insanı; inancını, yaşam biçimini ve geleneklerini korur, güçlü
bir dayanışma göstererek etnik kimliğini canlı tutar. Kimlik
korumada duyarlıdır ve bu konuda gösterdiği direnç eskiden gelen
kendini eğitme geleneğinin ona kazandırdığı bir yetenektir.
Roper
ASW
adlı bir Amerikan araştırma kuruluşunun, 2003 yılında, dünyanın
değişik ülkelerinde yaptırdığı bir araştırma, “kendi
kültürüne bağlılık eğiliminin, Türkler’de yüzde yetmiş
sekiz”
olduğunu ortaya koymuş, bu denli yüksek bir oran, araştırma
yapanları bile şaşırtmıştı.
2 Temmuz 2015 Perşembe
ATATÜRK VE TARİH ARAŞTIRMALARI
2
Temmuz 1932’de Ankara’da, Atatürk’ün
de katıldığı Birinci Türk Tarih Kurultayı toplandı. Kurultay,
unutulmuş olan Türk tarihini ortaya çıkaran nitelikli çabanın
başlangıcı oldu. Yazıyı, bu büyük çabada emeği geçenlere
saygı için yayınlıyoruz.
“Türkiye’de
arkeolojik kazılar, birçok yerde birden başladı ve arttı.
1931’den beri Atatürk, kendisinden miras umulan ‘halalara
yapılan resmi ziyaretler’ gibi, bunların her birini ayrı ayrı
ziyaret etti. ‘Halalardan’ bazıları; ‘… Hititler; dev gibi
heykeller, sakallı tanrılar, üstü çivi yazısı ya da hiyeroglif
yazılarla dolu pişmiş topraktan küçük parçalar bıraktılar.
Bu yazıların hepsi henüz okunamamış olmasına karşın, bu sonuç
mutlu, göz kamaştırıcı ve zafer dolu bir sonuçtu. Osmanlı
İmparatorluğunun yıkılışından sonra, ilk kez Lozan’da Batı
devletlerine karşı büyük bir yengi
kazanmış
olan yeni Türk, şimdi düşün alanında, birincisinden daha
parlak, belki de ondan da yararlı ve ulusal gururu daha çok okşayan
ikinci bir zafer kazanmıştı. Ve bu zafer, ne öç alıştı! Lloyd
George’un (İngiltere Başkanı y.n.) göçebe-barbar diye
nitelendirdiği Türk, Hitit’i ortaya koyarak, İngilizler’e,
Fransızlar’a, İtalyanlar’a ve bunların küçücük Yunanlı
dostlarına, gerçekte tümünün efendisi ve babası olduğunu
kanıtlıyordu.’ Bu gerçeği, bütün vicdanımızla kabul
etmeliyiz.
Gerçekler, artık geri dönülmez bir biçimde ortaya
konmuştur
ve klasik olan bu ‘Coup de Theatre’, (tiyatroda
beklenmeyen ani gelişme)
klasiklerin en olgunudur.” Marcel
Sauvage
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)