30 Temmuz 2015 Perşembe

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE MUSTAFA KEMAL


Mustafa Kemal, 1.Dünya Savaşı çıktığında Sofya’da askeri ateşeydi ve birçok kez başvurmasına karşın, cephe görevine atanmıyordu. Günler geçtikçe öfkesi artmaya ve yerinde duramaz duruma gelmeye başladı. Kanıtlanmış yetenekleriyle iyi yetişmiş bir kurmay subaydı. Görev alacağı birlikleri savaşa hazırlama ve savaştırmada yararlı olacağını biliyordu. Ancak, yaşamsal önemde bir savaş sürerken çatışma dışı bir yerde tutuluyordu. Şam’a sürgünle başlayan bu uygulama, askerlik yaşamının sanki yazgısı olmuş, her zaman edilgen görevlere atanarak, eylemsiz kılınmak istemişti. Cephelerde görev almak için, hep özel çaba harcamak zorunda kalmıştı. İleri niteliklerinden ve bilinçli kararlılığından çekinerek, önce Saray, sonra İttihat ve Terakki, özellikle Enver Paşa, sürekli böyle davranmıştı.

28 Temmuz 2015 Salı

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SONUÇLARI


Birinci Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914’te, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Sırbistan’a girmesiyle başladı ve Avrupa’ya yayıldı. Bu savaş ve 21 yıl aradan sonra ortaya çıkan 2.Dünya Savaşı, 20.yüzyıla biçim veren emperyalist paylaşım savaşlarıydı. Etkisi günümüzde de sürmektedir. Seksen milyon insanın öldüğü bu iki savaşı ele alan altı yazıyı, birer gün arayla yayınlayacağız.


Ekonomik dayanakları olmayan bir savaş bugüne dek görülmedi. Tecimsel yarışın siyasete taşınarak askeri eyleme dönüşmesi, büyük küçük tüm savaşların ortak özelliğidir. 20.yüzyıl başında dünyanın genel bir çatışmaya gittiği görülüyordu. 1898-1914 arasında yerel ölçekli çatışmalar sürmekteydi. 28 Temmuz 1914’te başlayan ve 1918’de bittiğinde 32 ülkenin galip konumda olduğu genel savaş, düşük yoğunluklu yerel savaşların, yoğun ve kapsamlı bir çatışmaya dönüşerek tüm dünyaya yayılmasıydı. Savaşın sorumluları, uzlaşmaz bir ekonomik yarış içine girmiş olan beş emperyalist ülkeydi: Almanya, İngiltere, Fransa, ABD ve Japonya.

26 Temmuz 2015 Pazar

ATATÜRK VE BATI


Türkiye’de Atatürk’e karşıtlık, onun ölümüyle başlayan ve Batıyla dolaysız ilişkisi olan bir süreçtir. Batıya bağlanma Atatürk’ten kopuşu, Atatürk’ten kopuş da Batıya bağlanmayı hızlandırmıştır. Birbirini etkileyen bu ikili sürecin kaçınılmaz sonucu, Atatürkçülüğün; politikadan ekonomiye, yönetim işleyişinden kültüre, dilden tarihe dek uygulamadan kaldırılması olmuştur.

24 Temmuz 2015 Cuma

LOZAN’IN ÖNEMİ



24 Temmuz 1923, Ulusal Kurtuluş Savaş’ımızın Batıya kabul ettirilerek, askeri zaferin sivil zaferle tamamlandığı gündür. Yazıyı bu savaşımda emeği geçenlerin anısına saygı için yayınlıyoruz.

Lozan Konferans’ına 12 ülke katıldı ancak “esas görüşme ve tartışma İngiltere’yle Türkiye arasında oldu”. Lord Curzon, karşısındakini eski Osmanlı Türkü sanıyordu. Ancak, yanıldığını çabuk anladı. “İlkelerini her şeyin üstünde tutan vatansever bir tutumla” karşılaştı. “Doğulularda böyle şey olmaz”, “Türkler nasıl bu hale geldi?” diyerek şaşkınlığını dile getiriyor, “nedenini bir türlü anlayamadığı” değişimi, çözmeye çalışıyordu. Lozan’da ortaya çıkan “yeni Türk tipi”, ulusal hakların savunulmasında yüksek nitelikli bilinç ve direnç gösteriyor, oraya neden geldiğini, neyi nasıl elde edeceğini biliyordu. Batı gazetelerinde şaşkınlık ifade eden yorumlar yapılıyor, The Times, “Acaba Türkiye, bir mucize ile uygar bir devlet mi oldu?” diyordu.

21 Temmuz 2015 Salı

ATATÜRK SONRASI (1938-1950)


Kemalist politikanın ödünlerle başlayıp karşı devrimle sonuçlanan uzun bir süreç sonunda uygulamadan kaldırılması, sanıldığı gibi 1950’lerde değil, 11 Kasım 1938’de yani Atatürk’ün ölümüyle birlikte başlamıştır. Bu, öznel bir yargı değil hükümet uygulamalarının ortaya koyduğu bir olgudur. Yaşananlar, şaşırtıcıdır ancak gerçektir. Şaşırtıcı olan, İnönü gibi her zaman Atatürk’ün yanında yer alan, Kurtuluş Savaşı ve devrimlerde büyük hizmeti bulunan bir “ulusal önderin”, geri dönüş sürecinin başlamasında birincil düzeyde sorumlu olmasıdır. Bu konu ve nedenleri, ülkemizde yeterince tartışılmamış, böyle bir tartışma İnönü’ye saygısızlık olarak görülmüştür. Oysa, olaylar ve sonuçları ortadadır. Bunları inceleyip, günümüze ve geleceğe yönelik ders çıkarmak bizim sorumluluğumuzdur. İnönü gibi, Devrim’de yer alan, katkısı olan bir önderin, tarih açısından içine düştüğü durumun açıklanması gerekir. Emperyalizmi kavrayamamanın yol açtığı Batı hayranlığının nelere yol açacağını görmek ve geleceğe yönelik kendimize çizeceğimiz yolu aydınlatmak zorundayız. Geçmişten ders almalıyız.

19 Temmuz 2015 Pazar

MANDA VE MANDACILAR


Mustafa Kemal’in yanında yer alarak, Kurtuluş Savaşı’nda önder konuma gelen üst düzey komutanlar, Batıcılığın, bağlı olarak mandacılığın etkisi altındaydılar. Hüseyin Rauf (Orbay), Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele), Albay İsmet (İnönü), Amerikan mandasına sıcak bakan komutanlardı. Mustafa Kemal, en yakınında bulunan bu insanları, mandacılığın çıkmazlığı konusunda ikna etmek için yoğun çaba harcadı. Albay İsmet, Kazım (Karabekir) Paşa’ya, Mondros Bırakışması’ndan sonra yazdığı Mektupta, “Amerika milletine başvurulursa çok yararlı olacağı söyleniyor ki ben de tamamen bu kanıdayım. Bütün ülkeyi, parçalamadan Amerika’nın denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir” diyordu.

16 Temmuz 2015 Perşembe

TÜRK YÖNETİM GELENEKLERİYLE İLGİLİ SÖYLEŞİ


Türk tarihi, Büyük Göçler ve göçleri ortaya çıkaran nedenler bilinmeden; dünya tarihi ise, bu göçlerin başka toplumlara yaptığı etki ve yarattığı sonuçlar anlaşılmadan kavranamaz. Yedi bin yıl süren göçler Türk toplumunun özyapısına (karakterine) biçim vermiş ve bugün de yaşamakta olan, belli ki daha da yaşayacak olan birçok toplumsal özelliğe kaynaklık etmiştir. Göçlerle gidilen yerler yurt yapılmalı, buraya sağlamca yerleşilmeli ve bir daha göç etmek zorunda kalınmaması için bu yurt ne pahasına olursa olsun korunmalıydı, bunun için, örgütlü ve güçlü olunmalıydı (devlet). Bu yaklaşım, Türkler’in neredeyse genlerine işleyen kutsal bir milli ülkü halini almıştı. Zorunluluklara dayanan bu ülkü onlara; Çin’den Mısır’a, Hindistan’dan Avrupa’ya dek çok geniş alanlarda, devletler kurdurdu; kültürünü bu alanlara yaydırttı; Türkler’in, dünya tarihi içinde, hiçbir kavmin yapamadığı kadar uzun ve etkili yer almasını sağladı.

Tarihin en karanlık çağlarından bugüne kadim bir medeniyet halini gelmiş olan Türklerin yönetim geleneği üzerine ne yazık ki çok fazla çalışma bulunmamaktadır. Genç araştırmacımız Hacı Mehmet POYRAZ, son yıllarda adından sıklıkla bahsettiren mimar-yazar Metin Aydoğan ile “Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler” isimli iki ciltlik kapsamlı çalışması üzerine konuştu.                                                         İktisadi.org

14 Temmuz 2015 Salı

SİNCAN UYGUR, EMPERYALİZM VE ÇİN


Son dönemde yazılı ve görsel basında, sosyal medyada; güncelliği olmayan ve Türkiye’yi ilgilendirmeyen, karalamaya dayalı düzeysiz bir tartışma yaşanıyor. Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne yönelik gerçekleri yansıtan her öğretici yazı, yazarına küfür olarak geri dönüyor. Gerçekler, yalana dayalı yaymacayla örtülmeye çalışılıyor. Türk töresine uymayan garip eylemler yapılıyor, Türkiye’nin konuğu olan turistler dövülüyor. Bilgisizliğin karanlığı içinde önce sanal düşmanlar yaratılıyor, sonra bu düşmana savaş açılıyor. Sincan Uygur konusunun gerçek boyutunun özet de olsa ortaya konması gerekiyor.

12 Temmuz 2015 Pazar

ATATÜRK VE DİL DEVRİMİ


Türk Dil Kurumu (Türk Dili Tekkik Cemiyeti) Atatürk'ün istemiyle 12 Temmuz 1932'de kuruldu. Yazıyı, Türk dilinin gelişimine katkı koyanların anısına saygı için yayınlıyoruz.



Türkçe, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği süresince, 6 yüzyıl, boşlama (ihmal) ve ilgisizlik nedeniyle, devlet katında “can çekişen” bir dil durumuna gelmişti. Yüksek sınıf, Arapça ve Farsça öğrenip konuşmaktan onur duyuyordu. Farsçaya güzel söz söyleme yolu, Arapçaya Peygamber’in konuştuğu dil olduğu için kutsal gözle bakılıyordu. Son dönemlerde, Fransızca ve İngilizce sözcüklerin de girmesiyle resmi dil olarak kullanılan Türkçede kendine ait sözcük oranı % 25’e düşmüştü. Atatürk, Dil Devrimi’ni başlatırken, yabancılaştırılarak örselenmiş bu dil için; “yaşam yolunda bu denli kararlılıkla ilerleyenTürk ulusuna uygun olamaz” diyordu. Gücünü ve birliğini kazanmış bir ulus; “güçlü ve içten düşüncelerini, parçalanmış ve yozlaştırılmış karma bir dille nasıl ifade edebilir, ulusal varlığını nasıl yüceltebilir” diyordu. Türkçenin temizlenmesini hızla olumlu bir sonuca götürmek için yoğun bir uğraş içine girdi. Dilbilimcileri görevlendirdi. Değişik ağızlardan derlemeler yaptırdı. “unutulmuş hazinede, unutulmaya bırakılmış, deyimler ve yeni anlatım biçimleri buldurdu.” En uzak köy ve mezralara dek gidildi. Kamu örgütleri, okullar ve Halkevleri birer derleme merkezi gibi çalıştı. Bir yıl içinde Halkın yaşattığı Anadolu Türkçesine dayanan 130 bin sözcük derlendi. Ayrıca tarih kitaplarından, yüzlerce eski yazma metinlerden çok sayıda Türkçe sözcük tarandı. Taramalar, “Türk dilinin zenginliğini ve derinliğini yadsınamaz bir açıklıkla kanıtladı.” Dil Devrimi böyle oluştu.


9 Temmuz 2015 Perşembe

ATATÜRK’ÜN DIŞ SİYASETİ


Atatürk’ün uyguladığı dış politika sonucunda, Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren ve Lozan’dan kalan sorunları çözdü ve Tuna boylarından Orta Asya’ya, Rusya’dan Basra’ya dek geniş bir alanı, emperyalist devletlerin etkili olamadığı barış bölgesi durumuna getirdi. Bu başarı, aynı zamanda, Türkiye’nin dört bir yanının, dostluğa dayalı, sağlam bir güvenlik kuşağıyla çevrelenmesi demekti. Yunanistan’la olan göç ve azınlık sorunlarını çözdü, Boğazlar üzerindeki egemenlik sınırlamasını Montreux’de kaldırttı. Hatay sorununu Türkiye’nin istediği biçimde sonlandırdı. Türkiye adına öyle bir saygınlık yaratmıştı ki, tüm çevre ülkeleri, aralarındaki herhangi bir sorunu çözmek için, Türkiye’nin hakemliğini severek kabul ediyordu.

7 Temmuz 2015 Salı

ORTADOĞU’DA NE OLUYOR; TÜRKİYE NE YAPIYOR


Türkler bize ihanet etti... Kürtler bize sadık... Ortadoğu’da bir Kürt devleti kurulmalıdır. Kurulacak bağımsız Kürt devleti; Suriye, Irak, İran ve Türkiye’den toprak almalıdır. Bu devlet Bulgaristan’dan Japonya’ya kadar uzanan bölgede en Amerikan yanlısı ülke olacaktır”.                                                                                                   
Ralph Peters -American Enterprise lnstitute Üyesi 
Armed Forces Journal

5 Temmuz 2015 Pazar

TÜRKLERDE KİMLİK KORUMA


Türk insanı; inancını, yaşam biçimini ve geleneklerini korur, güçlü bir dayanışma göstererek etnik kimliğini canlı tutar. Kimlik korumada duyarlıdır ve bu konuda gösterdiği direnç eskiden gelen kendini eğitme geleneğinin ona kazandırdığı bir yetenektir. Roper ASW adlı bir Amerikan araştırma kuruluşunun, 2003 yılında, dünyanın değişik ülkelerinde yaptırdığı bir araştırma, “kendi kültürüne bağlılık eğiliminin, Türkler’de yüzde yetmiş sekiz” olduğunu ortaya koymuş, bu denli yüksek bir oran, araştırma yapanları bile şaşırtmıştı.

2 Temmuz 2015 Perşembe

ATATÜRK VE TARİH ARAŞTIRMALARI


2 Temmuz 1932’de Ankara’da, Atatürk’ün de katıldığı Birinci Türk Tarih Kurultayı toplandı. Kurultay, unutulmuş olan Türk tarihini ortaya çıkaran nitelikli çabanın başlangıcı oldu. Yazıyı, bu büyük çabada emeği geçenlere saygı için yayınlıyoruz.

Türkiye’de arkeolojik kazılar, birçok yerde birden başladı ve arttı. 1931’den beri Atatürk, kendisinden miras umulan ‘halalara yapılan resmi ziyaretler’ gibi, bunların her birini ayrı ayrı ziyaret etti. ‘Halalardan’ bazıları; ‘… Hititler; dev gibi heykeller, sakallı tanrılar, üstü çivi yazısı ya da hiyeroglif yazılarla dolu pişmiş topraktan küçük parçalar bıraktılar. Bu yazıların hepsi henüz okunamamış olmasına karşın, bu sonuç mutlu, göz kamaştırıcı ve zafer dolu bir sonuçtu. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışından sonra, ilk kez Lozan’da Batı devletlerine karşı büyük bir yengi kazanmış olan yeni Türk, şimdi düşün alanında, birincisinden daha parlak, belki de ondan da yararlı ve ulusal gururu daha çok okşayan ikinci bir zafer kazanmıştı. Ve bu zafer, ne öç alıştı! Lloyd George’un (İngiltere Başkanı y.n.) göçebe-barbar diye nitelendirdiği Türk, Hitit’i ortaya koyarak, İngilizler’e, Fransızlar’a, İtalyanlar’a ve bunların küçücük Yunanlı dostlarına, gerçekte tümünün efendisi ve babası olduğunu kanıtlıyordu.’ Bu gerçeği, bütün vicdanımızla kabul etmeliyiz. Gerçekler, artık geri dönülmez bir biçimde ortaya konmuştur ve klasik olan bu ‘Coup de Theatre’, (tiyatroda beklenmeyen ani gelişme) klasiklerin en olgunudur.”                                                                                                                                                                 Marcel Sauvage