4 Mayıs 2015 Pazartesi

ORDUNUN ANTİ-EMPERYALİST DURUŞU VE İŞBİRLİKÇİ SALDIRI


Mustafa Kemal, işgal altındaki İstanbul’da yayımlanan Hukuk Beşer gazetesinin, Türk Ordusuna ve onun komutanlarına “sefil” ve “haydutbaşı” diyerek hakaret etmesi üzerine 14 Mart 1919’da Harbiye Nezaretine yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Vatanı ve ulusu için temiz yürekle ve kusursuz olarak, her türlü yoksulluk ve zorluklar içinde namus görevlerini tam olarak yerine getiren Türk ordularını haydut; aynı yoksulluk ve zorluklarla karşı karşıya bulunan ve tek dayanakları namus ve şerefleri olan ordu komutanlarını sefil ve haydutbaşı diye nitelemek ne büyük bir ahlaksız ve sefil bir vicdansızlıktır. Türk ordularını, o orduların komutanlarını böyle gösterme cüreti ancak vatanın ve ulusun yok olmasını isteyen bir alçakta bulunabilir.”


Harp Akademisi

Harp Akademileri Komutanlığı, 11–12 Ocak 2001 tarihinde, “Avrupa Güvenlik Ve Savunma Kimliği, Avrupa Birliği ve NATO İlişkilerinin Geleceği, Türkiye’ye Etkileri” konulu bir tartışmalı oturum (sempozyum) düzenledi. Oturumda dikkat çekici olan, dile getirilen görüş ve önerilerin, bilimsel derinliği olan bir olgunluğa sahip olması ve Türkiye’nin tarihsel toplumsal gerçekleriyle örtüşen yüksek düzeyli bilgi ve bilince dayanmasıydı. Türkiye’nin “şaşkın aydınları”, eğer kendilerini tam olarak dışarıya bağlamamış iseler, oturuma sunulan bildirileri edinmeli ve gerçekleri oradan öğrenmelidir.
Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Nahit Şenoğul, sempozyumu açış konuşmasında şunları söyledi: “Bugün için Avrupa’ya doğrudan yönelik, nükleer tehdit hariç herhangi bir tehdit kalmamıştır. Bu noktadan hareketle Avrupa güvenlik politikası, ‘sınırların korunmasına dayalı savunma’ anlayışını terk etmiştir. Bunun yerine, sınırların ötesindeki menfaatlerin korunması, olumsuz gelişmelere imkan vermeden yerinde çözümleme esasına dayanan ‘stratejik güvenlik’ anlayışına yönelmiştir. Avrupa’nın kısa ve orta vadede bu politikasını sürdürmesi ve öncelikle Balkanlar’daki gelişmelere müdahil olması beklenmelidir.”1
Orgeneral Nahit Şenoğul’un saptaması dört dörtlüktür ve yaşanan gerçeklerin en özlü anlatımıdır. Avrupa güvenlik politikasının, sınırların korunmasına değil de, “sınırlar ötesindeki menfaatlerin korunması” üzerine kurulu olduğunu saptayan Sayın Şenoğul; bu saptamayla gerek var olan durumu en açık bir biçimde ortaya koymuş gerekse emperyalizmin herkesin anlayabileceği tanımını yapmıştır. 20.yüzyılın tümünü kapsayan ve sayısız denizaşırı çatışmaya yol açan bu yöndeki politikalar, son on yıl içinde, tüzel ya da ulusal haklı bir gerekçesi olmayan; Irak, Yugoslavya ve Afganistan karışmalarını doğurmuştur.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla 1914’e adeta geri dönen Avrupa ülkeleri, AB aracılığıyla iç çelişkilerini ekonomik düzeyde tutmayı başarabilmekte ve bugün için kendi aralarında askeri çatışmadan uzak durabilmektedirler. Ancak, “sınırlarının ötesindeki menfaatlerin korunmasında” tamamlayıcı bir birliktelik içindeler. Bu birlikteliğin temel ereği hiç kuşkusuz, ulus–devlet varlığını sürdürebilen azgelişmiş ülkelerdir.

20.Yüzyıl

Amerikalı ekonomist Jaffrey T.Berger, Yeni Dünya Düzeni adlı kitabında, dünyanın 21.yüzyıla 20.yüzyıl başındaki koşullarla girdiğini ileri sürüyor ve şunları söylüyor: “20.yüzyıla girerken yeni sanayileşmiş ve dinamik üç ülke, İngiliz İmparatorluğu’nun üstünlüğüne kafa tutmaya başlamışlardı. Özellikleri, sanayi çağının gerçeklerine pek uygun düşen bu üç ülke Almanya, Japonya ve Birleşik Amerika idi. Sömürgeleştirme ve sömürgecilikten kurtulma dönemlerinden, 2.Dünya Savaşı’ndan, Rusya’daki Marksist deneyimden sonra 20.yüzyıl hemen hemen başladığı gibi bitiyor. Almanya, Japonya ve Birleşik Devletler arasındaki ilişkiler, bir kez daha dünyanın geleceği açısından belirleyici olacak.”2
Avrupa’nın kendi sınırları dışında, Irak, Yugoslavya ve Afganistan’dan sonra öncelikli karışma alanı olarak ele aldığı bölge, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu’dur. Bu gerçeği, herkesin görebileceği biçimde ortaya çıkaran pek çok olay yaşanmış ve yaşanmaktadır.
Binbaşı Cem Ersever, faili meçhul bir cinayete kurban gitmeden önce, Ortadoğu’daki karışıklıkları; ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın çıkardığını söylemişti.3 Ersever’in saptamasını doğrulayan bir başka açıklama, 1996 yılında, Eski Genel Kurmay Başkanı Sayın Doğan Güreş’den gelmişti. Sayın Güreş, bölücü terör örgütüne desteğin; ABD, Almanya, Fransa, Belçika ve İsveç’den geldiğini söylüyordu.4

Yapılması Gereken

Orgeneral Nahit Şenoğul’un açış konuşmasında dile getirdiği önemli bir başka açıklama, yaşanan gerçekler karşısında Türkiye’nin ne yapması gerektiği konusundadır. Sayın Şenoğul bu konuda şunları söylemektedir. “Hassas ve karmaşık durum karşısında, Türkiye yeni politikalar ve stratejiler belirlemek durumundadır. Eğer Türkiye, bulunduğu coğrafyadaki tarihi, kültürel, siyasi, ekonomik ve askeri birikimi ve gücünden kaynaklanan potansiyeli ile proaktif (geç kalmayan bir ataklık y.n.) davranarak yeni politikalar ve çözümler üretmediği takdirde, başkaları tarafından üretilmiş olan çözümleri ve hareket tarzlarını, küçük pazarlık marjları ile kabul etmek zorunda kalacaktır.”5
Dikkat edilirse Şenoğul’un görüşleri, bir yıl sonra aynı yerde MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’ın ileri sürdüğü görüşlerin hemen aynısıdır.

Güvenlik Anlayışında Dönüşüm”

Sempozyum’da dikkat çeken bir başka nitelikli bildiriyi, Silahlı Kuvvetler Akademisi Komutanı Tuğgeneral Halil Şimşek verdi. “Soğuk Savaş Sonrası Güvenlik Anlayışında Dönüşüm” adını taşıyan bildiri, yaşanmakta olan pek çok konuda tutarlı saptamalar yapmakta ve geçerliliği olan uygulanabilir önermeler getirmekteydi. Şimşek; “Gelişmiş ülkelerin modern eğitimli ve iyi donanımlı ordularının varlıklarını sürdürdüğünü, bu orduların öncelikle enerji kaynakları, hammadde ve tüketim pazarları ile ulaşım hatlarının emniyetini sağlamak üzere kullanılacağını” belirtmekteydi.6 Şimşek, her türlü kutlamayı hak ediyor çünkü, ABD’nin Orta Asya “çıkarmasını” bir yıl önceden adeta haber veriyordu.
Küreselleşme olgusunun özlü bir biçimde ortaya konduğu tebliğde Şimşek şunları söylüyordu: “Ekonomik gücü üstün olan devletlerin desteklediği yeni küreselleşme stratejisinde kuralsız, kurumsuz ve yozlaşmış yönetimlerin egemen olduğu ülkelerde bölünme; bilim ve teknoloji ile desteklenen kurallı ve kurumlaşan ülkelerde ise bütünleşmenin olacağı anlaşılıyor. Bu gelişmeler gelecekte çatışma ve bölgesel savaşlara da neden olacaktır.”7
Saptama mükemmeldir ve bu saptamaya eklenebilecek herhangi bir katkı olamaz. Herkes dünyayı tanımlama ve olayları önceden görme konusunda bu sözlerden dersler çıkarmalı, kendisine bu yönde bir yol çizmelidir.

Atatürk Gibi Düşünmek

Ulusal güvenliğin sağlanması için askeri gücün tek başına yeterli olmadığını”, “Ekonomik güç ile iç yapıyı kuvvetlendiren ‘kültürün’ önemli olduğunu” belirten Halil Şimşek, Avrupa kültürüyle ilgili olarak da şunları söylemektedir: “Avrupa Hıristiyan kültürü dediğimiz zaman, Hıristiyan inanç değerlerinden beslenmiş, Vatikan gözetimindeki insanların şekillendirdiği yaşam tarzı ve değerler sistemi ortaya çıkmaktadır. Bu kültürde Türkiye’ye yer yoktur yaklaşımı aslında, tarihin derinliklerinden gelen ‘Hıristiyan’ ‘Müslüman’ çatışmasındaki önyargılarla beslenen bakış açısından kaynaklanmaktadır.”8
Tuğgeneral Halil Şimşek, günümüz sorunlarından kurtulmanın yolu olarak, Atatürk’ün 1930 yılında yaptığı saptamaların bugün aynen geçerli olduğunu söylüyor ve bu saptamaların uygulanmasının en doğru çözüm olacağını açıklıyordu. Şimşek’in Atatürk’ten aldığı alıntı şöyle: “... Bütün bu dertlerin, bütün bu ihtiyaçların giderilmesi her şeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş bilgili, geniş düşünceli; azim, feragat ve ihtisas sahibi adam meselesidir; sonra da zaman meselesidir. Bu itibarla, önce kafaları ve vicdanları köhne, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin; işlerinin ehli, idealist ve enerjili insanlardan oluşan, düzgün, her parçası yerli yerinde modern bir devlet makinası kuracaksın; sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak, maddi ve manevi her türlü yetenek ve kaynaklarımızı faaliyete geçirecek, Düşünmekten işletecek; böylece memleket ileriye, refaha doğru yol alacak (tır)...”9
Komutanların araştırma, bilimsel inceleme ve yüksek bilinç içeren saptama ve önerilerinden; politikacılar, aydınlar, işçi ve işveren örgütleri, gazeteciler ve öğretim üyeleri ders çıkarmalı; eğer ulusal değerlerini tam olarak yitirmedilerse kendilerine doğru bir yön vermelidirler. Bunu yapmadıklarında Türk halkından geri dönüşü olmayan bir biçimde kopacak ve toplumsal yaşamın akışı içinde kaybolup gideceklerdir. Bilinen bir olgudur ki, yaşam en yalın gerçekliktir ve yaşamın gerçeklerine uyum göstermeyenlerin varlıklarını sürdürmeleri olası değildir.

Konuşmayın, Susun”

Politikacılar, medya “yazarları”, işveren temsilcileri ve kendilerine aydın diyen kesimlerin önemli bir bölümünün, uyarı ve açıklamalara kendilerini kapattıkları; dış kaynaklı isteklere bağlanmış oldukları biliniyor. Nitekim bu kesimlerin “sözcüleri”, komutanların saptamalarından ders almak yerine söylenenlere, kaba bir üslupla hemen karşı çıktılar.
Söz konusu karşı çıkışın en belirgin örneği, Hürriyet Gazetesi’nin Başyazarı Oktay Ekşi’nin 14.01.2001 tarihli yazısıdır. Demokrasiyi ağzından düşürmeyen bu köşe “yazarı”, adı geçen yazısında, ülke ve dünya sorunlarını yüksek bir bilinçle ortaya koyan komutanların, “konuşmamalarını ve susmalarını” istedi. Birçok insana inanılmaz gibi gelen bu istek, Hürriyet Gazetesi’nde alaycı bir biçemle (uslupla) şöyle yazıya döküldü: “Şimdi ‘biraz da az konuşan Türkiye’ hayaliyle yanıp tutuşur hale geldik. Nitekim bu konuda hiç konuşmaması gerekenler (komutanlar kastediliyor) önce konuşuyorlar... Sayın Nahit Şenoğul, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin Türkiye’ye karşı izledikleri hasmane politikaları sayıyor. Ve ardından Ege ve Kıbrıs konusundaki tutumumuza değinerek Türkiye’yi ‘Bu hassas ve karmaşık durum karşısında yeni politikalar ve stratejiler belirlemeye’ çağırıyor. Bir başka deyişle ‘Şu Avrupa Birliği’ne üye olma meselesini bir daha görüşmeli’ diyor... Ötekine gelince (Tuğgeneral Halil Şimşek’i kastediyor), askeri değerlendirmeler dışına çıkıp, ‘Hıristiyanlar zaten bize düşmandır’lı, ‘Onlar ırkçılığı teşvik ederler’li, ‘Esasen bizim milli birlik ve bütünlüğümüzü bozmaya çalışmaktadır’lı siyasi değerlendirmeler yapması, özellikle ‘bireysel özgürlükleri’ dahi ‘devletin varlığı ve bütünlüğüne aykırı talepler’ gibi sunması anlaşılabilir sözler değildir.”10
Söyleneni anlamamak ya da çarpıtmak, ne denirse densin bir insanın özel bir özgörev (misyon) yüklenmemişse bunları söylemesi nasıl mümkün olabilir? Akıl alır gibi değil.
Biz, yine de uyarımızı yapalım. Uyarılarımız bazı kesimlerce bugün dikkate alınmasa da bu uyarılar bize ileride, “Bunları sizlere söylemiştik” olanağını verecektir. Bilinen çevreler dışında Türk halkının büyük çoğunluğu söylenenleri, herhangi bir uyarıya gerek duymadan kavramaktadır. Önemli olan da budur.

Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur”

Harp Akademileri Komutanlığı, 11–12 Ocak 2001’de düzenlediği sempozyumdan bir yıl sonra, 7-8 Ocak 2002 tarihinde; “Türkiye’nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur?” konulu bir tartışmalı oturum daha düzenledi. Adından da anlaşılabileceği gibi, Türkiye açısından önem taşıyan ve ulusal savunmayı dolaysız ilgilendiren bir konu, konunun uzmanlarınca tartışılacaktı.
Oturumda yine üst düzeyde nitelikli görüşler ileri sürüldü ve bilimsel saptamalar yapıldı. Toplantıya kapsamlı bir bildiri sunan ve AB gerçeğini tam olarak ortaya koyan Prof.Dr. Erol Manisalı’dan sonra söz alan Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, tarihsel değeri olan şu sözleri şöyleydi: “Sn.Erol Manisalı’nın sözlerine aynen katılıyorum. Türkiye, milli menfaatleriyle ilgili sorunlarda AB’den hiçbir destek görmüyor. AB, Türkiye’yi ilgilendiren sorunlara menfi bakıyor. Rusya da bir yalnızlık içinde. Dolayısıyla Amerika’yı gözardı etmeksizin mümkünse İran’ı da içine alan yeni bir arayışa girmek gerektiğini düşünüyorum.”11
Orgeneral Tuncer Kılınç’ın bu sözleri Türkiye açısından olumlu ve önemli sözlerdi. Türk halkının her zaman ve her dönemde, görüşlerine birinci derecede önem verdiği Türk Ordusunun, bir üst düzey komutanının söylediği sözler kaçınılmaz olarak halkın düşüncelerini etkileyecekti. Gerçeklerin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri tarafından dile getirilmesi önemliydi. Nitekim bu önem hemen ortaya çıktı ve Türk halkı binlerce makale ve araştırmanın sağlayamayacağı bir “ilgiyle”, AB’yi sorgulamaya başladı.

AB ve Türkiye

Tuncer Kılınç’ın “aynen katılıyorum” dediği Erol Manisalı’nın AB ile ilgili saptamaları özetle şöyleydi: “AB, kısa ya da uzun vadede Türkiye’yi tam üye olarak içine almayacaktır; AB Türkiye’den almak istediği herşeyi 1995 Gümrük Birliği Belgesi ile hem de sıfır maliyetle elde etmiştir; AB Türkiye’yi içine alacak olsa Kıbrıs, Ege, Güneydoğu, sözde Ermeni soykırımı, Avrupa Ordusu (AGSP) konularında Türkiye’yi bu denli sıkıştırmazdı; AB Türkiye’yi kendisine tek yanlı bağımlı hale getirme çabasındadır; AB’deki uluslararası şirketlerin; Türkiye pazarındaki egemenlikleri hızla artmaktadır, birçok imalat sanayi alanında Türk firmalar AB firmalarınca satın alınmaktadır; Türkiye, kısa bir zaman içinde AB’ye tek taraflı bağımlı bir ülke durumuna getirilecek ve ulusal güçlerin bile değiştiremeyeceği kemikleşen bir bağlanmaya sürüklenecektir; AB, Türkiye’nin Ege’de, Yunanistan ve AB’nin haklarını çiğnediğini ileri sürerek Ege’yi AB’nin bir iç denizi olarak görmektedir; AB’nin Kıbrıs politikasındaki sertlik, tek yanlılık ve Rum kesimini AB içine almadaki aceleciliği, Türkiye’yi AB’ye almama politikasının bir sonucudur; AB, PKK’yı kendi güdümünde siyasallaştırarak Anadolu’dan Kuzey Irak’taki Amerikan–İngiliz girişimini dengelemek istemektedir; AB, Türkiye’yi dışlamayacak ancak içine de almayacaktır.”12
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’ın “aynen katılıyorum” dediği görüş ve saptamalar bunlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst düzey komutanının bu görüşlere katılması ve katıldığını açıklaması Türkiye açısından gerçek bir umut kaynağıydı. Prf. Erol Manisalı ve Orgeneral Tuncer Kılınç, Türk halkının gözünü açmış ve tarihteki onurlu yerini şimdiden almıştı.

Yeni Arayış

Tuncer Kılınç’ın açıklaması, son derece kısaydı ancak Türkiye için olumluluk taşıyan yeni bir yönelişin habercisiydi. Türkiye dış ilişkilerini, olumsuz bir yönde gelişmekte olan AB ile sınırlamamalı ve “Yeni arayışlara girmeliydi”, söylenen buydu. İleri sürülen görüş, sıradan bir açıklama değil; stratejik önemi olan bir dış siyaset önerisiydi ve yalnızca Türkiye’yi değil, küresel ilişkilerin tümünü etkileyecekti.
Bu gerçeği belki de en iyi Newsweek dergisi gördü ve “Avrupa’nın Yetimi” başlığıyla şu yorumu yaptı: “AB Türkiye’ye Brüksel’in her kaprisine uymaktan başka alternatifi olmayan, yoksullaştırılmış bir Doğu Avrupa ülkesi gibi davranmaktadır. Bu, büyük bir hatadır. Türkiye, kısa bir süre sonra, AB’nin üyelik gereksinimlerini aşırı bularak; daha az sorun yaratan bölgesel müttefiklere yönelmenin iyi olacağına karar verebilir. Kendilerine birşeyler empoze edilmesinden hoşlanmayan Türkler, her geçen gün daha fazla çoğalarak, AB’yi yeniden gözden geçirmeye başlamıştır. AB, Türkiye’den sürekli ilerleme istemek yerine, krizin önlenebilmesi için bazı avantajları sağlamalıdır. Çünkü Türkiye’nin, çoğu aday üyenin aksine alternatifleri vardır.”13

İşbirlikçi Saldırı

Tuncer Kılınç’ın açıkladığı görüşlerin önemine uygun olarak hemen, geniş bir saldırı kampanyası başlatıldı. Büyük sermaye çevreleri, politikacılar, köşe “yazarları” ve medyatik “akademisyenler” söz birliği etmişçesine, aynı söylem ve anlayışla ayaklandı. Kimi zaman Tuncer Kılınç’ı, kimi zaman da Ordu’yu hedef alan medyatik bir “terör” dalgası estirildi.
Hürriyet gazetesinin yaptığı bir saptamaya göre içlerinde Ertuğrul Özkök, Fatih Altaylı, Oktaş Ekşi, Emin Çölaşan, Hadi Uluengin, Tufan Türenç, Cüneyt Ülsever, Güngör Mengi, Ferai Tınç, Oktay Gönensin, Mehmet Altan, Sedat Sertoğlu, Metin Münir, Güngör Uras, Metin Toker, Taha Akyol, Haluk Şahin, Murat Yetkin, İsmet Berkan, Murat Belge, Yalçın Doğan, Aydın Engin, Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu, Abdurrahman Dilipak’ın da bulunduğu tam 46 köşe “yazarı”, Tuncer Kılınç’a karşı tavır aldılar ve düzeysiz eleştiriler yönelttiler.14
TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan yaptığı açıklamada, Orgeneral Tuncer Kılınç’ı adeta tehdit etti ve şunları söyledi: “Almanya’yı ziyaretimizden çok memnun kaldık. Ana dilde eğitim ve yayından, idam cezasının kaldırılmasına kadar son adımları da Türkiye’nin artık atması gerekiyor. Türkiye üzerine düşeni yapmalıdır ondan sonra AB ağırdan alamaz. Bence artık nehir denize kavuşuyor. Nehri tersine döndürüp denize dökülmesini engelleyemezsiniz. Türkiye’nin AB’ye doğru gidişinin önünde kimse duramaz.”15
Kendilerine “iş adamı” diyen, varlıklarını ve zenginliklerini Kurtuluş Savaşı veren bir ordunun şehitlerine borçlu olan bir takım insanlar, Türk Ordusuyla adeta bir çekişme ve çatışma içine giriyordu. Tuncer Kılınç’ın ülke savunması ve esenliği için yeni birliktelikler ve yeni açılımlar aranması gerektiğini söylemesinden hemen sonra “iş adamı” Tuncay Özilhan bu ülkenin MGK Genel Sekreteri’ne adeta dikleniyor ve “Türkiye’nin AB’ye doğru gidişinin önünde kimse duramaz” diyordu. “İşbirlikçiliğin cür’eti” ya da “cahilin cesareti” ne denirse densin böyle bir durum dünyanın hiçbir ülkesinde herhalde yoktur.

Siyasiler

İş adamlarından” sonra politikacılar da, Tuncer Kılınç’a karşı değişik tonda ancak aynı içerikte açıklamalar yaptı. Başbakan Bülent Ecevit, 10 Mart 2002’de katıldığı bir televizyon izlencesinde şunları söyledi: “AB’ye girmemizi istemeyenlerin sayıları az olmayabilir. Fakat AB üyeliği bizim o kadar hakkımızdır ki AB’de ne kadar haksız iddialar ve yaklaşımlar olursa olsun biz bu hakkımızı kopara kopara almaya mecburuz. Avrupalıyız ve Avrupa bizsiz yapamaz... İran ile ilişkilerimiz AB ile ilişkilerimizin yerini tutamaz...”16
Tuncer Kılınç’ın İran ile ilgili sözleri ortada dururken ülkenin Başbakanı, “İran AB’nin yerini tutamaz” gibi garip bir söz söylüyor ve “olmayana ergi” yöntemiyle Kılınç’ı söylemediği sözler üzerinden eleştiriyordu.
MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’a en sert “eleştiriyi” kaba bir üslupla, Başbakan Yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz yaptı. Her fırsatta Türk Ordusuna ve onun komutanlarına karşı açıklama yapmayı alışkanlık haline getirmiş olan Mesut Yılmaz, aynı akşam televizyona çıkarak şunları söyledi: “Türkiye’nin AB’ye alternatif olarak, geleceğini Rusya’yla, İran’la birliktelikte araması bana göre bir vizyon değil olsa olsa bir kabus senaryosudur. AB’ye üyelik devlet olarak bizim ortaya koyduğumuz bir iddiadır. Şimdi bu iddiadan şu ya da bu nedenle vazgeçenler, aslında Türkiye’nin geleceğini sabote ediyorlar.”17
Mesut Yılmaz yakışıksız söz ve gerçek dışı savlarla, Türk Ordusu’na ve onun komutanlarına her fırsatta saldırıyordu. Tuncer Kılınç’ın sözleri çok açık ve netti. Bu sözlerden, İran’ı AB ile bir tutmak gibi bir sonuç çıkarmak için insanın bilinçli bir kasıtlılık içinde olması gerekirdi. Mesut Yılmaz, Başbakan Yardımcısı olduğu ülkenin silahlı kuvvetleriyle adeta kavga ediyordu; sürekli olarak Orduyla uğraşıyordu.
Mesut Yılmaz, ANAP Kurultayında ulusal güvenlik konusunda garip açıklamalar yaptı ve şunları söyledi: “ Türkiye’de üç maymunun oynadığı bir tabu var... Ulusal güvenlik gerekleri... Ya da daha doğru bir isimlendirmeyle ulusal güvenlik sendromu. Bugün bu tabunun üzerindeki perdeyi çekip almanın zamanı gelmiştir... Ulusal güvenlik kavramı, devletimizin geleceğini sağlamlaştırıcı her adımın engelleyicisi konumuna getirilmiştir. Devletin bekasını sağlayacak bir kavramı, devletin can damarını keser hale getirmeyi dünya üzerinde yalnız Türkiye becerebilirdi.”18

Genel Kurmay Açıklaması

Genel Kurmay Başkanlığı, Mesut Yılmaz’ın bu sözleri söylemesinden üç gün sonra basına bir açıklama yaptı. Tarihi değeri olan ve bir ders niteliği taşıyan açıklamada şunlar söyleniyordu: “Bir parti liderinin; parti olağan kongresinde ulusal güvenlik kavramına ilişkin yaptığı açıklamalar basın ve yayın organlarında, silahlı kuvvetleri hedef alan değerlendirmeler olarak algılanmış ve kamuoyuna da böyle yansıtılmıştır. Yapılan konuşmada; bugün var olduğu düşünülen ‘ulusal güvenlik anlayışının’ devletimizin geleceğini sağlamlaştırıcı her adımın engelleyicisi ve devletin can damarlarını kesen bir yapıda olduğu ifade edilmiş, ayrıca ülkenin geleceği için gerekli her ileri adımın ulusal güvenlik gerekçesi ile önü kesilmesinin kabul edilemez olduğu beyan edilmiştir. Bilindiği gibi ulusal güvenlik kavramı; tehdit/risk algılaması ve değerlendirmesi ile başlayan sosyal, ekonomik ve askeri parametreler ile milli güç unsurlarının tümünü içeren bir yapıdadır. Ulusal güvenlik düzenlemelerinin nihai hedefi; içte, demokratik laik ve üniter Cumhuriyetin korunması; dışta, ülkenin yaşamsal çıkarlarının savunulmasını içerir... Yapılan talihsiz konuşmada; ‘her ileri adımın ulusal güvenlik gerekçesiyle kesildiği’ ifade edilmiş ancak tek cümle örnek verilmemiştir. Bilindiği gibi ulusal güvenliğin sağlanmasından TBMM’ye karşı Bakanlar Kurulu sorumludur. Bu sorumluluğu paylaşan bir kişinin kurumları hedef alan bu tür konuşması mesnetten yoksun ve düşündürücüdür... ‘Ülkenin geleceği için gerekli her ileri adımın’ her zaman gerçek anlamda ileri adım olup olmadığı tartışılması gereken bir konudur. Eğer atılması düşünülen adımlar; şeriatı düşünen sapık düşünce ve eylem sahiplerinin faaliyetlerini kolaylaştıracaksa, ülkeyi bölmeye çalışan guruplara yasal dayanak sağlayacaksa, ülkenin yaşamsal güvenlik mülahazalarından tavizler verecekse, bunlar gerçek anlamda ileri değil, geriye doğru atılmış adımlar olacaktır... Üzerinde düşünülmesi gereken konu, kişi ve kurumların; sorunlar karşısında, üzerlerine düşen görevleri eksiksiz yapmak yerine, başkalarına saldırarak sorumluluktan ve başarısızlıktan kaçma gayretleridir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde; ekonomi iflas noktasına gelmişse, ekonomiyi bu hale getirenler hakkında en ufak bir işlem yapılmıyorsa, milli ve ahlaki değerler aşındırılmışsa, soygun düzeni adeta normal bir davranış haline gelmişse, AB’ye girmeyi hedefleyen bir ülkede ortaçağı hedefleyen zihniyetler devlet kadrolarında bile yer alabiliyor ve buralara özenle yerleştiriliyorsa, ülke içinde siyasi istikrar kişisel ihtiraslar nedeniyle bir türlü sağlanamıyorsa, küreselleşme anlayışı ekonomik teslimiyetçilik olarak benimseniyorsa tüm bu olumsuzlukların nedenini ‘ulusal güvenlik kavramı’ ile örtmek ve bu kavramın sonucu olarak görmek hem makul, hem de insaflı değildir, aynı zamanda tehlikelidir. Son tartışma konusunun, sorumlu bir makamda olunmasına rağmen, meşru zeminlerde tartışmak yerine dünyaya şikayet etme şeklinde gündeme getirilmesinin onurlu bir yaklaşım olarak kabul edilmesi mümkün değildir... Her fırsatta, doğrudan ya da dolaylı olarak Silahlı Kuvvetleri yıpratmaya yönelik girişimlerin, bu girişimlerde bulunan kişi ya da gurupları yıprattığı ve ülkeye zarar verdiği geçmişte görüldüğü gibi gelecekte de görülecektir. Çağdaşlık, evrensellik ve ilericilik anlayışları kendi yarattıkları paradigmalar ile sınırlı kişilerin ulusu aydınlık yarınlar yerine belirsiz karanlıklara götüreceği ve bunun geçmişte de pek çok örneklerinin bulunduğu bilinen bir gerçektir.”19
Mesut Yılmaz ve Genel Kurmay’ın açıklamalarının buraya uzun alıntılar olarak alınması nedensiz değildir. Bu iki açıklama, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumu ortaya koyan belge niteliğindedir. Genel Kurmayın basın açıklaması kamuoyunu rahatlatıp Türk halkını memnun ederken, Mesut Yılmaz’ın konuşması, beklendiği gibi “iş çevreleri” kimi politikacılar ve başta Oktay Ekşi (Hürriyet), Tufan Türenç (Hürriyet), Hasan Cemal (Milliyet), Mehmet Ali Birand (Posta), Fatih Altaylı (Hürriyet), Oktay Gönensin (Sabah), Enis Berberoğlu (Hürriyet), Abdurrahman Dilipak (Akit) olmak üzere köşe “yazarlarından” destek gördü.20
Orgeneral (E) Nahit Şenoğul’dan TÜSİAD yöneticilerine, Tuğgeneral (E) Halil Şimşek’ten medyaya, Orgeneral Sn. Tuncer Kılınç’tan Brüksel’e, Genel Kurmay’dan Mesut Yılmaz’a uzanan ve yurtseverlikle işbirlikçiliğin kaba ayırımını ortaya koyan günümüz gerçeğini kavramak için bu açıklamalar üzerinde dikkatlice durulmalı ve düşünülmelidir. 1920’lerin İstanbul–Ankara, Saray–Meclis ya da mandacılık-ulusal bağımsızlık çelişkileri bugün yeniden yaşanan gerçekler durumuna geliyorsa; vatanseverlikle aymazlık iç içe geçiyorsa ve Türk halkı yavaş yavaş birşeyler yapmanın gerektiğini görüyorsa, bu açıklamaların büyük önemi var demektir.

Mustafa Kemal'in Sözleri

Mustafa Kemal, işgal altındaki İstanbul’da yayımlanan Hukuk Beşer gazetesinin, Türk Ordusuna ve onun komutanlarına “sefil” ve “haydutbaşı” diyerek hakaret etmesi üzerine 14 Mart 1919’da Harbiye Nezaretine yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Vatanı ve ulusu için temiz yürekle ve kusursuz olarak, her türlü yoksulluk ve zorluklar içinde namus görevlerini tam olarak yerine getiren Türk ordularını haydut; aynı yoksulluk ve zorluklarla karşı karşıya bulunan ve tek dayanakları namus ve şerefleri olan ordu komutanlarını sefil ve haydutbaşı diye nitelemek ne büyük bir ahlaksız ve sefil bir vicdansızlıktır. Türk ordularını, o orduların komutanlarını böyle gösterme cüreti ancak vatanın ve ulusun yok olmasını isteyen bir alçakta bulunabilir.”21

DİPNOTLAR

1 “Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Sayın Nahit Şenoğul’un Sempozyum Açış Konuşması”, sf.3
2 “The New Superpowers; Germany, Japon, The V.S. and The New World Order” New York, 1991, ak. Haluk Ulman; “Dünya Nereye Gidiyor” Bağlam Yay., sf.45–46
3 “Bitmeyen Oyun ve Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler” Metin Aydoğan Umay Yayınları, 37.Baskı, 2005, sf.163–164
4 “Güreş : Terörü Amerika da Destekliyor” Gözcü 04.11.1996
5 “Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Sayın Nahit Şenoğul’un Sempozyum Açış Konuşması”, sf.8
6 “Soğuk Savaş Sonrası Güvenlik Anlayışında Dönüşüm” Tuğgeneral Halil Şimşek, sf.1
7 a.g.t. sf.5
8 a.g.t. sf.6
9 a.g.t. sf.16
10 “Keşke Biraz Sussak” Oktay Ekşi, 14.01.2001
11 Hürriyet 08.03.2002
12 “Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye Etkileri” Prof.Dr. E.Manisalı, Cum. 10.03.2002
13 “Avrupa Türkiye’yi Dışlıyor”, Cumhuriyet, 18.04.2002
14 Hürriyet 11.03.2002
15 “TÜSİAD: AB’ne Doğru Gidişimizin Önünde Kimse Duramaz” Vahap Munyar, Hürriyet 14.03.2002
16 “AB de Bizsiz Yapamaz” Hürriyet 11.03.2002
17 “Kabus Senaryosu” Hürriyet 08.03.2002
18 www . anap . org. tr
19 http://www.tsk. mil.tr/ genelkurmay / bashalk / açıklama/ a 17.htm
20 Hürriyet 10.08.2001
21 “Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” Seyfettin Turan, Y.K. Y.. 2.Baskı, sf.81

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder