27 Nisan 2015 Pazartesi

KEMAL DERVİŞ VE “GÜÇLÜ EKONOMİYE GEÇİŞ”


Kemal Derviş, yeniden ortaya çıktı. Küresel karar vericilerce 2001’de Türkiye’ye gönderilen ve Türk ekonomisini çökerten ekonomik-siyasi dönüşümü gerçekleştiren bu kişi, Türkiye’nin bir yol ayrımında olduğu günümüzde siyasi alanda yeniden boy gösteriyor. CHP Genel Başkanı; “çözüm sürecini sevindirici bulan”,Aptullah Öcalan'a hain denmemesini isteyen” Kemal Derviş’i yönetime geldiklerinde bakan yapacağını söylüyor. Alttaki yazıda, Derviş’in 2001’deki gelişinin ve yaptıklarının öyküsünü bulacaksınız.



Ekonomik Bunalım ve Kemal Derviş

Türkiye, 29 Kasım 2000 Çarşamba günü, kimsenin beklemediği bir anda büyük bir akçalı bunalımla karşılaştı. Basının Kara Çarşamba” adını verdiği bunalım, borsa ve bankaları etkisi altına aldı, piyasalarda sıradışı olaylar yaşandı. IMKB–100 endeksi, yalnızca 29 Kasım günü yüzde 10 değer yitirdi. Bu düşüşle borsadaki değer yitimi, yıl içindekilerle birlikte toplam yüzde 60’a ulaştı. Güvenin yitirildiği bir ortamda bankalar birbirlerine para vermedi ve gecelik repo faizi yüzde 1700’e çıktı. Yabancı yatırımcılar (spekülatörler) reponun bu denli yüksek getiri sağlamasına karşın Türk parasına yönelmedi ve 4,5 milyar doları yurt dışına çıkardı.1
Bunalıma neden olacak somut bir olay yaşanmamıştı. Türkiye bir yıl önce IMF isteklerini yerine getiren ve adına 9 Aralık Kararları denilen izlenceyi (programı) kabul etmiş ve eksiksiz uygulamıştı. Enflasyonu önleme amacıyla uygulanan bu izlence, şimdi toplumsal bunalıma dönüşme eğilimi gösteren daha büyük bir ekonomik bunalımın nedeni oluyordu.
Türkiye, 24 Ocak 1980'den beri, bunalımlara gebe bir süreçte yaşıyordu. 24 Ocak Kararları'yla belirlenen ve darbeyle gerçekleştirilen yönetim bozulması, Cumhuriyet'in kalkınma yöntemini ortadan kaldırmış, Türkiye'yi soktuğu borç sarmalıyla dış karışmalara açık duruma getirmişti. Dış karışma bunalımları, bunalımlar da karışmayı yoğunlaştırıyordu. Kara Çarşamba” bu sürecin doğal sonucuydu.
Amerikan merkezli iki korsan spekülatör firması (hacker fund), 29 Kasım günü yabancı bir banka aracılığıyla, akçalı piyasalardan aniden 1 milyar dolar çekti. Ardından 4.5 milyar dolar satın alındı ve bu para da yurt dışına çıkarıldı. Yabancıların Türk akçalı piyasasını, borsa ve banka aracılığıyla denetim altına alması, onlara bunalım yaratacak bu tür işleri yapma olanağı veriyordu.
Ortaya çıkan bunalım, piyasa içi oluşumların iç dinamiğiyle ortaya çıkan ekonomik bir olgu değil, piyasa dışı güçlerin siyasi amaçla yarattığı yapay bir girişimdi. Akçalı sermayenin olağanüstü güçlendiği tekelci dönemde, denetim altına alınan piyasalarda bu mümkündü. Türkiye’de bu güç kullanılarak, ekonomiden başlayıp toplumsal alana taşınan bir dengesizleştirme (istikrarsızlaştırma) gösterisi yapılmıştı. Bu gösterinin amacı, ulusal haklar konusuna duyarlı ulusal güçlere, Türkiye üzerinde ne denli etkili olunduğunun gösterilmesi ve Türkiye’den yeni isteklerde bulunma ortamının hazırlanmasıydı.
Demokratik Sol Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve Anavatan Partisi’nden oluşan 57.Cumhuriyet Hükümeti, yaşanan olumsuzluklardan ve gelecek bunalımlardan kurtulmak için; kendi gücüne ve gereksinimlerine dayanan bir ulusal izlence hazırlamak yerine IMF ve Dünya Bankası izlencelerini uygulamayı sürdürdü.
Bu tutumun soruna çözüm getirmeyeceği, tersine yeni sorunlar yaratacağı açıktı. Nitekim Kasım’da yaşanan olaylar, 2,5 ay sonra hemen aynısıyla yinelendi ve etkisi çok daha sarsıcı olan, Şubat 2001 bunalımı ortaya çıktı. 2.5 ay arayla ortaya çıkan iki bunalım, yine IMF politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan 1994 bunalımının hemen aynısıydı. 1994 mali bunalımında 13–14 Ocak günleri kredilendirme kuruluşu Moody’s ve Standart & Poors, Türkiye’nin kredi notunu aniden düşürmüş, bunun üzerine borsada sert düşüşler yaşanmış, döviz olağanüstü artmış, günlük repo oranları yüzde 400’lerden başlayıp yüzde 1000’lere çıkmış ve bu gelişmelerin sonunda yüksek oranlı bir devalüasyon yapılmıştı.2

Kurtarıcı Aranıyor

ABD Başkanı George W.Bush, 28 Şubat 2001’de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e bir mektup gönderdi ve bu mektupta, Türkiye’nin IMF ile çalışmayı sürdürmesini istedi.3 Mektup medyada çok olumlu bir gelişme olarak işlendi. ABD’nin Ankara Büyükelçisi, Başbakanlık düzeyindeki girişimlerini yoğunlaştırdı ve Türkiye’nin sorunlarını çözecek kişi “bulundu”. Dünya Bankası’nın çok sayıdaki bölümünden birinin Başkan Yardımcılarından olan ve 25 yıldır Amerika’da yaşayan Kemal Derviş kurtarıcı olarak Türkiye’ye getirildi.
Önce Merkez Bankası’nın başına geçecek denildi, ancak daha sonra Hazine Müsteşarlığı, Merkez Bankası, Bankacılık Denetleme Üst Kurulu, Büyük Devlet Bankaları ve Sermaye Piyasası Üst Kurulu ona bağlandı. İşadamları, sendikalar, uluslararası örgüt temsilcileri, yabancı misyon şefleri ile görüşüyor; devletin kilit yerlerine atamalar yapıyor; çıkarılacak yasaların zaman ve niteliği belirliyor; bakan dahil beğenilmeyen kadroları ayıklıyordu (tasfiye ediyordu). Türkiye’de, adeta “tek adam” egemenliğine dayanan bir “demokrasi” oyunu oynanıyordu.
Bu denli geniş yetki Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde, seçilmiş ya da atanmış kimseye verilmemişti. Yapılanların, yetki genişliği yanında ondan daha önemli bir boyutu vardı. Bu yeni uygulamayla yönetim yetkisinin önemli bir bölümü, Kemal Derviş aracılığıyla dışarıya devrediliyordu. Şimdiye dek dolaylı yollarla gerçekleştirilen bağımlılık ilişkileri artık doğrudan küresel güçlerin girişimgücüne (inisiyatifine) bırakılarak, Türkiye, “gizli işgal” olgusunun doğurduğu sonuçlarla, egemenlik hakları çiğnenen bir ülke durumuna geliyordu.
Türkiye dışarıdan yönlendirilen ilişkiler içine sokulurken, içte ve dışta büyük sermaye kümeleri, politikacılar ve medya, bu tür girişimleri yine “coşkuyla” karşıladı ve “içtenlikle” destekledi. Amerika’dan gelen Kemal Derviş, ağır yaşam koşulları altında ezilen Türk halkına “kurtarıcı” gibi sunuldu. Gazeteler “Türkiye’yi Kurtaracak Adam”, “Beklenen Adam Geldi”, “Ecevit’in Özal’ı” gibi başlıklarla çıktı. Televizyonlar, Türkiye’nin yeni ve ileri bir döneme gireceği, Kemal Derviş’in Türkiye’nin “tek ve son şansı” olduğu yönünde yayınlar yaptı.

Kemal Derviş’i Biz Gönderdik”

Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn Fransız Le Monde Gazetesine 26 Nisan 2001’de yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Türkiye’de açık bir makro–ekonomik kriz var. Bu krizle ilgilenmek grup başı olarak IMF’ye düşüyor. IMF, makro–ekonomik sorunlar ve krizle, biz ise yapısal sorunlarla ilgileniyoruz. Kemal Derviş’i Türkiye’ye gönderdik.”4
Dünya Bankası Başkanının, “gönderildiğini” açıkladığı Kemal Derviş’in nasıl bir yol izleyeceği ve neler yapacağı, gerek “gönderilen” yerin niteliği gerekse kendi sözleri nedeniyle daha ilk günden belli oluyordu. Ulusal konulara duyarlı aydınlar onu, Dünya Bankasındaki çalışmalarından ve Türkiye için hazırladığı yazanaklardan biliyordu; Wolfensohn’un açıklaması onlar için sürpriz değildi. Ancak Türk halkı onu yeterince tanımıyordu.
Türkiye’yi yıkıma götüren 24 Ocak 1980 Kararları’nın ön hazırlıklarını Dünya Bankası’nın “güvenilir” elemanı olarak Kemal Derviş yapmıştı. 1978 yılında, Dünya Bankası adına hazırladığı “Türkiye Raporu”nda şunları yazmıştı: “Türkiye’de kimya, temel makine ve imalat, maden işleme gibi ağır sanayilerde gelişme beklenmesi gerçekçi davranış değildir. Kaynaklar ihracata yönelik hafif sanayi dallarına kaydırılmalıdır, ağır sanayiden gelişme beklenmemelidir. Türkiye, tek bir devalüasyon ile yetinmemeli, devalüasyonu sürekli duruma getirmelidir.”5 Azgelişmiş bir ülkenin ekonomisini bu “raporu” yazan Kemal Derviş’e bırakması, halk deyimiyle “Kediye ciğer emanet etmekten” başka bir şey değildi.

“Güçlü Ekonomiye Geçiş”


Büyük sermaye, medya ve politikacı bloğunun deseğiyle çalışmalarını sürdüren Kemal Derviş, Mart ve Nisan aylarında açıkladığı iki izlenceyle neyi nasıl yapacağını, ereklerini (hedeflerini), kullanacağı yöntemi ve Türkiye’ye vermek istediği biçimi ortaya koydu. “Genel Çerçeve” olarak tanımlanan ilk izlence 19 Mart 2001’de, “Güçlü Ekonomiye Geçiş” olarak tanımlanan ikinci izlence ise 14 Nisan 2001’de açıklandı.
Halk, izlencelerde yalnızca vergi ödeyici olarak yer alıyor ve ulusal haklarının da zedeleneceği daha olumsuz bir geleceğe doğru götürüyordu. “Program” uygulandığında, Türkiye’nin yalnızca ekonomisi değil, yönetim yapısı ve devlet gelenekleri de kalıcı bir bozulmaya uğrayacaktı. Derviş bu ereği gizlemiyor, “Bu programla Türkiye temelden değişecektir” biçiminde açıklamalar yapıyordu.6 IMF isteklerine dayanan “programın” amacı buydu.

“Güçlü Ekonomiye Geçiş” ya da Ekonominin Güçlüye Geçişi


İzlence, gerçeği gizlemek yanlışa yöneltmek amacıyla yazılmıştı. Ancak, “Amaçlar Bölümü” nde yer alan bir başlam (madde) gerçeği şaşırtıcı bir açıklıkla ortaya koyuyordu; 75 başlamlık izlence içinde belki de yalnızca bu başlam neyin amaçlandığını ve neler yapılacağını açıklıyordu. “Olumsuzluğun hedeflenmesi” olarak tanımlanabilecek 27.başlamda şunlar söyleniyordu: “Yeni programın temel amacı”, “Kamu yönetimiyle ekonominin, bir daha geri dönülmeyecek biçimde yeniden yapılandırılmasına yönelik alt yapıyı oluşturmaktır. Eski düzene dönmek artık gerçekten mümkün değildir.”7
Yazılanlar doğruydu. Türkiye bugüne dek 14 yıldır bu izlenceyi eksiksiz uyguluyor. Cumhuriyetle kurulan kamu yönetimi, ekonomik ve siyasi yapı, “bir daha geri dönmemek üzere” ortadan kalkmış durumda. Türkiye küresel egemenlerin uygun gördüğü biçime sokulmuş ve kendi gücüyle ayakta kalamaz duruma getirildi. Kemal Derviş, izlenceyi tanıtırken, “hiçbir hükümet değişikliği bu programı değiştiremeyecektir” demişti. Dediği bugüne dek gerçekleşti, izlence devletin resmi politikası oldu.

15 Günde 15 Yasa


Yasal düzenlemer konusunun, izlencede yer almaması beklenemezdi. Yapılacak yasal düzenlemeler 31.başlamda, Mali Sektörün Yeniden Yapılandırılması, Devlette Şeffaflığın Arttırılması ve Kamu Finansmanının Güçlendirilmesi, Ekonomide Rekabet Etkinliğinin Arttırılması ve Sosyal Dayanışmanın Güçlendirilmesi başlıklarıyla 4 ana kümeye ayrılmıştı. 33.başlamda çıkarılacak 15 yasa tek tek sıralanıyordu. İvedilikle çıkarılması istenen yasalar şunlardı: Bütçe Kanununda Değişiklikler, Görev Zararlarını Kaldıran Kararname ve Kanun, Sanayi Yatırımları kanunu, Borçlanma Yasası, Kamulaştırma Yasası, 15 Bütçe ve 2 Bütçe Dışı Fonun Kaldırılması ile ilgili yasa, Kamu İhale Yasası, Merkez Bankası Yasası, Bankalar Kanununda Değişiklikler, İş Güvencesi Yasası, Ekonomik ve Sosyal Konsey Yasası, Sivil Havacılık Yasasında Değişiklik, Telekom Yasası, Şeker Yasası, Tütün Yasası, Doğalgaz Yasası...
Uygulama konusunda ise istemler şunlardı: Tarım destekleme alımlarının durdurulması, tarımdaki devlet desteğinin kaldırılması, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin tahıl stoklarını düşürmesi, çiftçi kayıtlarının tamamlanması, ormanların serbest kesim şartının gerçekleştirilmesi, Türk bankalarını satın alacak yabancılara devletin mevduat garantisi vermesi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset üzerindeki etkisinin sona ermesi, parti kapatmanın zorlaştırılması ve Milli Güvenlik Kurulu işleyişindeki değişikliklerin yapılması...
TBMM “olağanüstü bir hızla” çalışarak bu yasaları istenilen sürede çıkardı. Başbakan Bülent Ecevit, “Meclisin, tarihinde ender görülen bir yoğunluk içinde çalıştığını” ve “büyük bir üretkenlikle çıkarılan yasaların Türkiye’nin önünü açtığını” söylüyor ve bununla övünüyordu. Nerede ve kimlerin hazırlandığı bilinmeyen “yasa tasarıları” Meclise geliyor, hemen hiçbir eleştiriyle karşılaşmadan okunup oylanıyor ve kabul ediliyordu. Ecevit’in, “büyük bir üretkenlikle yasa çıkarıldığı” yönündeki sözleri doğruydu ancak bu yasaların “Türkiye’nin önünü açtığı” saptaması doğru değildi.

IMF Yasaları


İzlencede, çıkarılacak yasalara gerekçe olabilecek dayanaklar ileri sürlüyor ve büyük çoğunluğu yanlış olan kanıtsız savlar ileri sürülüyordu. Örneğin 43.başlamda “KİT’lerin zarar ettiği, bu zararı büyük oranda kamu bankalarının yüklendiği görev zararlarının oluşturduğu, bu nedenle görev zararlarının kaldırılacağı” belirtiliyordu. Oysa, Türkiye’de KİT’ler zarar değil her şeye karşın kâr ediyordu. Bu gerçeği devletin kendi kaynakları açıklamıştı. Hazine Müsteşarlığı verilerine göre KİT’ler 1998 yılında 10 katrilyon 559 trilyon gelir elde etmişler, bu gelirden tüm giderler ve 376.4 trilyon liralık “görev zararları” düşüldükten sonra 1 katrilyon 144 trilyon lira kâr etmişti.8 Ayrıca “görev zararları” denilen şey, ülkenin genel çıkarı için bilerek yapılan harcamalardı, bunlar “zarar” değil kamu yararına yapılması gereken işlerdi.
Kamu İhale Yasası için, “Daha rekabetçi ve etkin bir ihale sisteminin oluşturulması, uluslararası standartlara uyum sağlayacak, sağlanan rekabete açık ihale yöntemi ile proje maliyetlerinde artış önlenecektir” deniyordu. Oysa yapılmak istenen ve yapılacak olan, kamu ihalelerini yabancılara açarak, yabancılar ile yarışma şansı olmayan ve işsizlik içinde yok olmaya yüz tutan ulusal şirketlerin ortadan kaldırmasıydı.
Şeker Yasası için, “şeker üretiminde, fiyatlandırılmasında ve pazarlamasında yeni usul ve esaslar getirilerek piyasalarda istikrarın sağlanacağı, şeker piyasasının Şeker Kurulu tarafından düzenleneceği, ihtiyaç fazlası şeker üretimine son verileceği, Türk insanının daha ucuza şeker tüketeceği ve bu nedenlerle şeker fabrikalarının özelleştirileceği”9 söyleniyordu. Oysa, şeker piyasalarında herhangi bir “istikrarsızlık” sorunu bulunmuyordu.
Atatürk’ün ilk ele aldığı işlerden biri olan şeker sorunu Cumhuriyetin ilk günlerinde ele alınmış ve Türkiye şeker konusunda kendi kendine yeten bir ülke durumuna gelerek bu konuda çok uzun süren bir denge (istikrar) sağlamıştı. Şeker uranını (sanayisini) yok edecek olan Şeker Kurulu, “istikrarsızlığı” gidermek yerine şeker dışalımına ve yabancıların yapay tatlandırıcı yatırımlarına izin vererek, gerçek bir dengesizlik yaratacaktı. Türkiye, şeker konusunda dışarıya bağımlı duruma getirilerek, uluslararası şeker şirketlerinin eline bırakılacak ve oluşacak yabancı tekel, Türk halkının ucuz değil daha pahalı şeker tüketmesine yol açacaktı.
Yasa önerileri içinde belki de en üzünçlü (dramatik) olanı “Tütün Kanunu” adıyla getirilen değişikliklerdi. Değişiklikler o denli aykırı ve Türkiye için o denli zararlıydı ki, değişikliğe gerekçe oluşturacak hiçbir neden, ortaya koyulamamıştı. Gerekçesi olmayan “Tütün Kanunun” ele alındığı 51.başlamda şunlar söyleniyordu: “Tütün mamulleri ve alkollü içkilerin fiyatlandırılması, dağıtımı, satışı ve denetimi Tütün mamülleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurulu tarafından düzenlenecektir. 2002 yılında, Devlet nam ve hesabına alım yapılmayacak, TEKEL’in üretim ve pazarlama birimlerinin özelleştirilmesinin alt yapısı hazırlanacaktır.”10
Tütün Kanunuyla, gerekçe göstermeden Türk tütüncülüğüne el konuluyor ve Türkiye herkesin gözü önünde Osmanlı’daki Reji dönemine geri götürülüyordu; söylenenler ve yapılanların açık anlamı buydu.

DİPNOTLAR

  1. Milliyet 29.11.2000
  2. 94 Krizi Nasıl Çıkmıştı” Hürriyet 02.12.2000
  3. Cumhuriyet 02.03.2001
  4. Hürriyet 11.12.1999
  5. “Derviş’in Fikri Ve Zikri” Attila İlhan, Dünya 28.08.1978
  6. “Kötü Bir Rüyadan Uyanma Kararları”, Hürriyet, 15.04.2011
  7. www. hazıne. gov.tr
  8. Cumhuriyet, 10.04.1999
  9. www. hazıne. gov.tr
  10. www. hazıne. gov.tr

3 yorum:

  1. Yaklaşık 2 saattir yazılarınızı ilgiyle okuyor, notlar alıyorum, teşekkürler. Fakat Türkçe'yi doğru kullanmak adına, yazıların akıcılığını sekteye uğratan, ben dahil çok büyük bir çoğunluğun anlamını bilmediği kelimeleri kullanma inadınıza gerçekten gerek yok. Amaç eğer bilgilendirmek, anlatmak ise buna gerçekten gerek yok. Konuşurken ve yazarken Türkçe kelimeler kullanmaya özen gösteren biriyim. Fakat; bir dilbilimci tüm yazılarınızdaki kullandığınız kelimeleri tek tek irdelemeye kalksa eminim sizin düzelttiğinizin 10 katı öz türkçe olmayan kelime tespit edecektir. Dilin özelliği budur zaten. Uzun vadeli etkileşimlerle yeni kelimelere açıktır. Bir toplumun en alışkan olduğu eylem kullandığı dildir. Durup dururken ve herkesin anladığı bir kelime varken bunun öz türkçesinin peşinden koşmanın kimseye bir faydası olamaz. Sadece çok küçük bir kesim böyle konuşur, toplumun genelinin kullanımını değiştirmek çok zordur bence de gereksizdir. 'Selfi' yerine 'özçekim' ya da başka bir Türkçe kelime kullanılmalıdır çünkü bu kavram çok yenidir; ama 'madde' yerine 'başlam', 'sanayi' yerine 'uranı' kullanımlarını ilk defa görüyorum. Bu konulara hassasiyet göstermeye çalışan birisi olarak, hatta rahmetli Oktay Sinanoğlu'yla bu meseleleri bizzat oturup dertleşmiş birisi olarak sizin gibi aydınlanmaya ve aydınlatmaya çalışan birisine tavsiyem; bu kadar zorlamayın, asıl mevzuyu kaçırmayalım.

    YanıtlaSil
  2. Yıllar sonra, 2001 krizini finans piyasasında yaşamış bir profesyonel üst yönetici olarak hem yaşadıklarımızı, hem yapılması gerekenleri, hem yanlış anlama ve yorumları şöyle bir irdeledim ve tartışmamız gereken çok şey olduğunu bir kez daha gördüm. Yazıda bazı doğru bilgi ve teşhisler olmakla birlikte yanlı ve subjektif değerlendirmeler keşke olmasaydı. Bugün tekrar neler yaşandı ve nereden nereye geldik bir düşünüp yeniden yorumlamak lazım !

    YanıtlaSil
  3. Yazınızda,
    “Kamu yönetimiyle ekonominin, bir daha geri dönülmeyecek biçimde yeniden yapılandırılmasına yönelik alt yapıyı oluşturmaktır. Eski düzene dönmek artık gerçekten mümkün değildir.”

    şeklinde bir alıntı yapmışsınız. Ancak bu gerçeği yansıtmamaktadır. Alıntının aslı aşağıdaki gibi olması gerekmektedir:

    "Yeni programın temel amacı kur rejiminin terkedilmesi nedeniyle ortaya çıkan güven bunalımı ve istikrarsızlığı süratle ortadan kaldırmak ve eşanlı olarak bu duruma bir daha geri dönülmeyecek şekilde kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden yapılandırılmasına yönelik altyapıyı oluşturmaktır. Eski düzene dönmek artık gerçekten mümkün değildir."

    Bahsi geçen ekonomik programın asıl metnine aşağıdaki link'ten ulaşabilirsiniz:
    http://arsiv.ntv.com.tr/news/76897.asp

    Bu programın tam ve detaylı metni içim:
    http://arsiv.ntv.com.tr/modules/tables/ayrintili_program.doc

    Lütfen asıl metni çarpıtmadan ve olduğu gibi alıntı yapın. Sağından solundan keserek istediğiniz anlamları çıkartabilirsiniz.

    YanıtlaSil