16 Şubat 2015 Pazartesi

DEMOKRAT PARTİ


Demokrat Parti, savaş sonrasında ABD öncülüğünde kurulmakta olan Yeni Dünya Düzeni’nin bilinen koşulları içinde ortaya çıktı ya da çıkarıldı. Cumhuriyet Halk Partisi’yle aynı toplumsal yapıya dayanmak zorundaydı. Türkiye, Atatürk’ün 1923’te yaptığı sınıfsal saptamaları büyük oranda koruyor ve köylülüğe dayanıyordu. Ayrımlı siyasi partileri gerekli kılacak sınıflar henüz oluşmamış, uluslaşma süreci henüz tamamlanmamıştı. Adları ve söylemleri ne olursa olsun, birden çok parti, eğer ülke yararına iş yapmak istiyorlarsa, nesnel koşullar gereği aynı izlenceleri (programları) uygulamak ve aynı siyasi çizgiyi izlemek zorundaydılar. Bu ise, tek partililiği gerekli kılan bir siyasi düzen demekti. Cumhuriyet’in ilk on beş yılında sağlanan sıradışı gelişme, böyle bir siyasi düzen içinde elde edilmişti.



Devrim Karşıtlığı

Terakkiperver ve Serbest Fırkalar, devrimin gelişimi önünde engel oluşturmaya başladığı an kapatılmış, devrim karşıtlığına dönüşme olasılığı beliren bu girişimler, Cumhuriyet yönetimi için çekince yaratacak bir güce ulaşmadan önlenmişti. Atatürk, yaşadığı süre içinde, devrimin korunup geliştirilmesi için, olağanüstü dikkat ve duyarlılık göstermiş; demokratik gelişim isteğiyle devrimin korunması amacını, büyük bir başarıyla dengelemişti.
Atatürk’ün sağlığında ve onun öncülüğünde gösterilen kararlılık, 1938’den sonraki geri dönüş sürecinde, özellikle de dış yönlendirmelerin belirleyici olduğu 1945 sonrasında gösterilemedi. Türkiye, devrimden ödün vermeyi ilke edinen, Batıcı ve tutucu bir anlayışın yönetimi altına girdi, Batıya bağlanmayı ilke edinen bu çizgi, siyasetin temeline yerleşti. Çok partililik ve demokrasi adına yaygınlaştırılan ve dış kaynaklı politikaların sonucu olan uygulamalar, güçlüklerle kurulup geliştirilen yönetim dizgesine (sistemine) büyük zarar verdi. Atatürk’ün kararlı tavrıyla 1924 ve 1930’da önlenen karşı devrim, 1946’da, içinde özgürce hareket edebileceği geniş bir alan buldu ve hızla örgütlendi. Demokrat Parti bu olumsuz sürecin, hem geliştirici unsuru hem de sonucuydu.

Koşullar

Demokrat Parti, savaş sonrasında ABD öncülüğünde kurulmakta olan Yeni Dünya Düzeni’nin bilinen koşulları içinde ortaya çıktı ya da çıkarıldı. Cumhuriyet Halk Partisi’yle aynı toplumsal yapıya dayanmak zorundaydı. Türkiye, Atatürk’ün 1923’te yaptığı sınıfsal saptamaları büyük oranda koruyor ve köylülüğe dayanıyordu. Ayrımlı siyasi partileri gerekli kılacak sınıflar henüz oluşmamış, uluslaşma süreci henüz tamamlanmamıştı. Adları ve söylemleri ne olursa olsun, birden çok parti, eğer ülke yararına iş yapmak istiyorlarsa, nesnel koşullar gereği aynı izlenceler (programları) uygulamak ve aynı siyasi çizgiyi izlemek zorundaydılar. Bu ise, tek partililiği gerekli kılan bir siyasal düzen demekti. Cumhuriyet’in ilk on beş yılında sağlanan sıradışı gelişme, böyle bir siyasi düzen içinde elde edilmişti.

Yapay Karşıtlıklar

CHP ve DP gibi, toplumsal tabanı ortak olan partiler, başka sınıf partileriyle karşılaşmadıkları için, birbirlerine karşı savaşım vermek zorundaydılar. Bu durum, parti savaşımını, yapay karşıtlıklar içeren kısır bir siyasi çekişme durumuna sokmuştur. Parti izlencelerinin belirlediği olağan yarışmanın (rekabetin) yerini, karalamaya dayanan, oldukça sert, uzlaşmaz bir çatışma almıştır. Düzeysiz çatışmanın nedeni, kitlesel tabanın ortak olmasıydı.
Aynı nitelikte partiler olmalarına karşın, ayrımlı (farklı) görünerek aynı kitleyi kazanmak zorundadırlar. Toplumsal ilerleme adına bir değeri olmayan kısır çekişme, üstelik dış isteklerle oluşturulan zorlama bir siyasete bağlıysa; sonuç, kaçınılmaz olarak, kamusal haklardan ödün verme ve toplumsal uyumsuzluk olacaktı. Türkiye’de yetmiş yıldır, “demokrasi” ve “çok partililik” adına sürdürülen politik düzen ve bu düzen içinde yer alan CHP-DP çatışması; dışa bağlanmanın uyumsuzluğun, kısır çekişmenin ve devrimden ödün vermenin siyasi kaynağıdır.
CHP-DP çatışması, 1920-1945 arasındaki çeyrek yüzyıl sevinç ve üzüntüde ortak yurttaşlar olarak ulusal birlik istenciyle birleşmiş insanları, özdeksel (maddi) temeli olmayan ayrımlarla siyasi düşmanlar durumuna getirmiştir. Türk toplumunun en belirgin özelliği olan komşuluk, akrabalık, dayanışma duygusu, konukseverlik, arkadaşlık gibi temel gelenekleri önemli oranda zedelenmiştir. Gidilen kahveler, hatta camiler bile ayrılmıştır. Siyasi ilişkiler o denli gerilmiştir ki, insanlar çatışmak için sözdeneden (bahane) arar duruma gelmiştir.
1950-60 arasında yaşanan çatışmalar sürecini, belki de en iyi biçimde Yakup Kadri Karaosmanoğlu yansıtır. Anılarında, o dönemi sorgularken şunları yazar: “Elli yaşını geçtikten sonra bile, on dört on beş yaşının his ve gönül tazeliğini taşır gördüğüm şu içli ve romantik Adnan Menderes dahi, birbiri ardısıra şiddet tedbirleriyle özgür düşünceyi her yanından kıskıvrak bağlamak yolunu tutmamış mıydı? Ve onun karşısında temkinli, ölçülü bir devlet adamı olarak tanıdığım İsmet Paşa, gençlik dönemlerinde bile göstermediği bir atılganlık, bir coşkuyla açtığı mücadelede bütün ülkeyi bir savaş meydanına çevirmek üzere değil miydi? Ve iki kişi arasındaki kördöğüşüne katılmaktan kim kurtulabilmişti? O kördöğüşünün sarmadığı hiçbir kent, hiçbir kasaba, hiçbir köy hatta hiçbir dağbaşı bırakılmamıştı. Evlere, okullara, mabetlere kadar yayılmıştı. Evladı babayla, kardeşi kardeşle, dostu dostla saç saça baş başa getirmişti. Ortadaki dava neydi? Bu bir fikir mücadelesi miydi? Evet, kuşkusuz bu bir fikir, bir inanç mücadelesiydi. Ama neden böyle bir ‘altta kalanın canı çıksın’ kavgası biçimine girmişti? Fikirler ve inançlar zaman zaman neden kompleksler, tepkiler, içgüdüler ve hırslar halini alıyordu? Her iki taraf da birbirine saldırma silahlarını, hürriyet, adalet, demokrasi ve insan hakları gibi yüksek ilkeler adına kullandığını söylüyordu, ama ruhsal çözümlemeleri seven ve bilen bir kimse için buna inanmak mümkün değildi. İlk çözümlemede, ruhlardaki pis kokuların irinleri dışarıya fışkırıyordu... Ben gençliğimin en olumlu, en verimli ve en mutlu çağını Atatürk’ün büyük ve ihtişamlı döneminde yaşamış bahtiyarlardan biriydim. Ve şimdi içinde bulunduğum dönemde kendimi, yüksek bir yayladan çukur ve bataklık bir vadiye düşmüş hissediyordum. Bir zamanlar her soluk aldıkça canıma can katan o yayla havasından sonra, buranın mikroplu ikliminden ‘habis’ bir sıtmaya tutulmuş gibiyim.”1

Kuruluş

Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da kuruldu. Kuruluşun görünürdeki nedeni, dört CHP milletvekilinin (Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü) 1945 Haziran’ında Meclis’e, “TBMM’nin hükümeti denetleyebilmesi, Anayasa ile bağdaşmayan yasaların değiştirilmesi ve seçimlerin serbestçe yapılması için” önerge vermeleriydi. “Dörtlü takrir” diye ünlenen önergeleri “reddedilen” bu milletvekillerinden üçü CHP’den çıkarıldı, Celal Bayar istifa etti.
Dört milletvekili, zaman yitirmeden yeni bir parti kurmak için, basın yoluyla karşıtçılığa (muhalefete) başladılar. Yaygın olarak, demokrasiye ve çok partililiğe geçiş olarak tanımlanan sürecin biçimsel oluşumu böyle başladı.
Demokrat Parti’nin ilk genel başkanı, Cumhuriyet döneminin etkili isimlerinden Celal Bayar oldu. Oysa Celal Bayar, daha birkaç yıl önce kendisine Şemsettin Günaltay tarafından yapılan yeni bir parti kurma önerisine, “hayır, ben yeni bir Miralay Sadık Bey (Hürriyet ve İtilaf’ın kurucusu y.n.) olmam” diyerek reddedecekti.2 Ayrıca, yeni bir partiye girmeyeceğini İnönü’ye de söylemişti. Ancak, daha sonra ne düşündü, nereden nasıl bir güvence aldı ise, yeni partide hem kurucu, hem de genel başkan oldu. Celal Bayar’ın “zorlanarak” verdiği karar, o günlerin en beklenmedik siyasi olayıydı.3

Yapay Sertlik

Daha başlangıçta uzlaşmaz bir karşıtçılık yürüteceği anlaşılan Demokrat Parti, Nisan 1946’daki belediye seçimlerini boykot etti ancak Temmuz’da yapılan genel seçimlere katılma kararı aldı. Mareşal Fevzi Çakmak’ı, listesinden bağımsız aday gösterdi ve örgütlenmesini tamamlayabildiği yerlerde seçime katılarak 62 milletvekili çıkardı. Bu sonuç, çoğunluk dizgesinin uygulandığı bir seçimde, yeni kurulan bir parti için büyük başarıydı. Buna karşın, seçimden hemen sonra, 465 milletvekilliği için ancak 273 aday gösterebilmiş olmasına4 ve somut bir kanıta dayanmamasına karşın, “seçimde hile yapıldığı ve iktidara gelmelerinin önlendiği” savıyla saldırgan bir siyasi çalışım (kampanya) başlatıldı, mitingler düzenlendi. İstanbul basını, genel olarak Demokrat Parti’yi, özel olarak da giriştiği eylemleri destekledi.
Genel seçimlerden altı ay sonra, 7 Ocak 1947’de Birinci Büyük Kurultay düzenlendi ve partinin “savaşım yöntemleri” saptandı. Kurultaya katılan kimi delegeler, Türkiye’nin o günlerde içinde bulunduğu siyasi koşullara uygun düşmeyen saldırgan bir ataklık içindeydiler. “Devrimden, ihtilalden, hürriyet için ölmekten” söz ediliyor; “isyanın, ihtilalin bir hak olduğu, bunu BM İnsan Hakları Bildirgesi’nin 13.maddesinin öngördüğü” ileri sürülüyordu.5 Özenle hazırlandığı belli olan; konuşmalar, önergeler ve kurultay taktikleriyle, delegelere “büyük bir davaya” katılmanın coşkusu verilmeye çalışılıyor, parti üyeleri “çetin bir mücadeleye” hazır olmaya çağrılıyordu.

Hürriyet Misakı”

Hürriyet Misakı” (Özgürlük Andı) adı verilen ünlü bildiri, bu Kurultayda kabul edildi. Bildiriyi hazırlayan Adnan Menderes’in başkanı olduğu Ana Sorunlar Altkurulu (Komisyonu), kurultay altkurulundan çok, bir devrim karargahı havasındaydı. Bir üye bu havayı daha sonra şöyle anlatacaktır: “Kendimizi Fransız İhtilali’nin ilk isyancıları gibi görüyorduk. 1946 seçimlerinde, değil millet olarak, kişi olarak da tahammül edilmesi mümkün olmayan bir zulme uğradığımız kanısındayız. Kimimiz Danton, kimimiz Robespier gibi konuşuyordu. Daha sonra bize Mareşalin: ‘Karılarınızın ırzına geçer gibi reylerinizi çaldılar’ diye çıkışacağı bir oy hırsızlığına inanmışız... Komisyonu etkimiz altına alıyoruz. Toplu harekete geçmek, ayaklanmak ve bütün milleti ayaklandırmaktan söz ediyoruz. Bir komisyon değil, sanki tek bir kibritle parlayacak petrole bulanmış bir bez yumağı gibiyiz.”6

Husumet Andı”

Haziran 1949’da yapılan İkinci Büyük Kurultay, aynı hava içinde, üstelik daha da sertleşerek, hükümete gözdağı veren söylevler, yasadışı gözkorkutmalar (tehditler) içinde yapıldı. Aradan geçen iki yıl içinde ülkenin birçok yöresinde mitingler yapılmış, yurtiçi-yurtdışı ilişkiler geliştirilmiş ve aşırı bir özgüven havası içine girilmişti. Birinci Kurultay’da kabul edilen Hürriyet Misakı’na benzer biçimde, bu kurultayda “Husumet Andı” (Düşmanlık Andı) adı verilen ve hükümete yöneltilen gözdağı niteliğinde olan bir başka bildiri kabul edildi.
1950’de yapılacak seçimler için izlenecek yol ve yöntemin belirlendiği “Husumet Andı”’nda; “Hürriyet Misakı”’nda dile getirilen konuların hükümet tarafından yeterli özenle ele alınmadığı, anti-demokratik yasaların değiştirilmediği ve seçim güvenliğini sağlayacak değişikliklerin yapılmadığı dile getiriliyordu. Bildiriye göre, CHP yaklaşan seçimler için “bir tertip hazırlığı içindedir”. Ancak, “ayaklanma dahil her yolla” karşı çıkılacak olan “tertip”, ne pahasına olursa olsun önlenecektir. CHP, “bir ayaklanmayla karşı karşıya olduğunu” görmeli, adımlarını ona göre atmalıdır. Demokrat Parti, CHP’nin söylediği gibi, “irtica yanlısı bir parti değildir”, tersine “Cumhuriyet Halk Partisi irticayı körükleyen tek kuvvet” tir. CHP’nin “dış siyaset tutumu kararsız ve çekingendir”, “Türkiye’yi Atlantik Paktı dışında” bırakmıştır. “Husumet Andı”’ nda bunlar söyleniyordu.7
İkinci Büyük Kurultay’da Türk Ceza Yasası’na göre suç olan konuşmalar yapıldı. Ancak, hükümet konuyla ilgili yasal bir girişimde bulunmadı. İsmet İnönü’nün Celal Bayar’la görüşmesi ile yetindi. İzmir Milletvekili Mehmet Harmandalı Kurultay’da, “Oylarımıza tecavüz edenlere, ırz ve namusa tecavüz edenlere yapılan muamelenin aynısı yapılacaktır” derken; Manisa’nın bayan delegesi Ümmü Balâ, “Gerekirse silah kuşanacağım” dedi. Manisa’nın gözleri görmeyen delegesi Nuri Kuşçuoğlu’nun sözleri, son derece “etkileyiciydi”. Delegelere, “Seçim sandığının başında çekilen ızdırabı bir kör görür ve bağırırsa, gözü gören nasıl bağırır ve ne yapar siz düşünün” diye seslendi. İzmir delegesi Osman Kapanî açık bir meydan okumayla; “Seçim hilelerini bir daha hortlatmayacağız. Önümüzdeki seçimde, hayatlar tehlikeye girmeden hile yapılamayacaktır” derken, İstanbul Delegesi Ali Çekiç, ayaklanmanın gerektiğinde yasal bir hak olduğunu ileri sürdü: “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisi’nin 13.maddesi, insanlara zulme karşı isyan hakkını vermiştir” diyerek sözlerine yasallık kazandırmaya çalıştı.8

Seçimler ve Yönetim

Demokrat Parti, 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde oyların yüzde 53,3’ünü alarak 487 milletvekilliğinden 408’ini kazanıp yönetime geldi. Arkasında her türlü yasal değişikliği yapabilecek bir meclis çoğunluğu ve Dünya Savaşı sonrası koşullarının yön verdiği dış destek vardı. Cumhuriyet Halk Partisi, birçok uluslararası ve özellikle ABD ile değişik ikili anlaşmalar imzalamış, Demokrat Parti’ye benzer anlaşmalar için gerekli siyasi ortamı hazırlamıştı.
Türkiye’nin uluslararası siyaseti, sanıldığı gibi, 1950’den sonraki DP yönetimince değil, daha önceki CHP hükümetleri tarafından Batıya bağlanmıştı. Batıya bağlanma şimdi, Demokrat Parti tarafından üstelik daha da yaygınlaştırılarak sürdürülecekti.

Korunmasız Cumhuriyet

Cumhuriyet devrimlerini koruyan devrimci bir istenç (irade) artık yoktu. Demokrat Parti’nin ödüncü tutumuna karşın, Terakkiperver ya da Serbest Fırka’nın yaşadığı sonla karşılaşma olasılığı pek görülmüyordu.
Bastırılmış duygular, geçmişe dayanan siyasi kinler ve tutucu özlemler hızla yayılıyordu. Bu tür olumsuzluklar CHP döneminde başlamıştı, DP döneminde artarak yoğunlaşıyordu. “Dünyanın en büyük devriminin” yapıldığı, “öncekilerle ölçülemeyecek önemde yeni devrimler” yapılacağı söyleniyor, Demokrat Parti’nin “iki yüz yıl iktidarda kalacağı” ileri sürülüyordu.9

Menderes’in Konuşması

Adnan Menderes, 29 Mayıs 1950’de Meclis’te hükümet izlencesini açıklayan ve önemini belki de hala koruyan bir konuşma yaptı. Konuşmanın önemi, bugün de sürmekte olan Atatürk karşıtı bir anlayışın, alışılmadık bir ölçüsüzlük içinde dile getirilmesi ve Kurtuluş Savaşı dahil, Cumhuriyet döneminde yapılan hemen her şeyin yadsınmasıydı. Ulus-devlet karşıtlığına yönelen ve dış isteklere dayanan ekonomik-siyasi bir izlence, ilk kez bu denli açıklıkla dillendiriliyordu. Devlete karşı politika, resmen devlet politikası durumuna getiriliyordu.
Menderes konuşmasında, 9.Büyük Millet Meclisi’nin, yani milletvekillerinin yüzde 84’ünü DP’lilerin oluşturduğu Meclis’in, Türkler’in tarihinde çok ayrı ve önemli bir yeri olacağını söylüyor ve “Yüksek kurulunuz, tarihimizde ilk kez, milli iradenin tam ve serbest biçimde gerçekleşmesi yoluyla milletin kaderine hakim duruma gelmiştir” diyordu.10 “Milli iradenin” “tam ve serbest” olarak “tarihte ilk kez” gerçekleştiğini söylemek; Müdafaa-i Hukuk, Birinci Meclis ve Kurtuluş Savaşı’nda, millet istencinin tam ve serbest olarak gerçekleşmediği anlamına geliyor, onları yadsıyordu.

Atatürkçülüğün Yadsınması

Menderes geçmişi yadsıyan konuşmasının ilerleyen bölümlerinde daha açık olarak dile getirecekti. Atatürk dönemi dahil, kendisinden önceki yılların siyasi olarak yitik yıllar olduğunu açıklayacak ve bu yıllarda yürütülen yanlış politikalarla ülke gelişmesinin önlendiğini ileri sürecektir: “Ülkemizin geniş imkanları ve milletimizin yüksek nitelikleri göz önünde tutulacak olursa, uzun yılların boşuna harcandığı ve hatta ülkenin doğal gelişiminin hatalı ve sakat politikalarla engellenmiş olduğuna karar vermek gerekir. Milli ve siyasi denetimden uzak bir yönetimin, çok uzun yıllar sürüp gitmesi, birçok hataların yapılmasına, gereksiz harcamalara ve aşırı davranışlara yol açmıştır. Böylece zamanla; müdahaleci, bürokratik ve tekelci bir devlet tipi ortaya çıkmıştır.”11
Menderes aynı konuşmada, 14 Mayıs seçimlerinin “bir döneme son veren” ve “yeni bir dönem başlatan benzersiz önemde” bir olay olduğunu, bu seçimlerle, ülkede “şimdiye kadar yapılanlarla kıyaslanamayacak önemde bir devrimin” gerçekleştiğini ileri sürdü. Konuşmanın sonuna doğru, abartılı savlarını sınırsızca genişletir ve Demokrat Parti’nin seçim başarısının o güne dek görülmüş olan “gelmiş geçmiş bütün devrimlerin en büyük aşaması” olduğunu söyler.12 Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in 29 Mayıs 1950’de yaptığı Meclis konuşması için şunları söyler: “Yeni iktidarın ilk gününün, pek iyi başladığı söylenemez. Hem Atatürk’ün, hem gelmiş geçmiş devrimlerin, yalnız hatırlanmayışı değil, bir tür inkâr edilişi, iyi bir başlangıç sayılamazdı. Bu tutum nedeniyle, arkada kalanlarla bütün bağlar kopuyordu; bütün köprüler yıkılıyordu.”13

Tanzimatçı Anlayış

Demokrat Parti ve kurduğu hükümetlerin izlenceleri, Hürriyet ve İtilaf ya da Terakkiperver Cumhuriyet Fırka izlencelerinde anlamını bulan, yüzyıllık tanzimatçı görüşlerin yinelenmesi gibiydi. Menderes, ilk hükümet izlencesinde; “devlet işletmelerinin ekonomik olarak verimsiz” kuruluşlar olduğunu, “devlet ormancılığının halka ızdırap” verdiğini bu nedenle “mevcut sisteme kesinlikle son” verileceğini, “devlet harcamalarının asgari hadlere” çekileceğini söylüyordu. “Özel teşebbüsün kendisini güven içinde hissedeceği” önlemler alınacak, “üretim hayatı devletin zararlı müdahalelerinden ve her tür bürokratik engelden” kurtarılacak, “Devlet tekel işletmeciliği en aza” indirilecekti.14
Parti izlencesinin 20 ve 21.Başlamların’da (Maddelerin’de) yerel yönetimlere yetki devri, 24.Başlam’da devletin küçültülmesi 43. Başlam’da liberalizm, 48.Başlam’da KİT satışları, 51.Başlam’da devlet tekellerinin özelleştirilmesi, 74.Başlam’da ise iç ve dış borçlanma gerekliliği söyleniyordu. 20 ve 21.Başlamlarda söylenenler ise şöyleydi: “İl genel meclisleri, özel idareler, belediyeler; bütçelerini düzenleme ve uygulamada olduğu kadar diğer bütün görevlerini yerine getirmede, gereken genişlikte yetkilerle donatılmalıdır... Şehir sınırları içindeki kara ve deniz araçlarının ve ticari işletme niteliğindeki diğer genel hizmet işletmelerinin, belediyelere devrini doğal görüyoruz.”15
24.Başlam, kamu çalışanlarının “sayıca az, fakat yüksek nitelikli ve verimli” olması gerektiğini belirtiyor, “memur sayısını artırma yönündeki eğilimlerin önüne geçilmesi kesin bir zorunluluktur” diyordu. 48.Başlam’da ise şunlar yazılıdır: “Devlet tarafından kurulmuş olan ve programın 45.maddesinde yazılı niteliklere sahip işletmeler dışında kalan tüm devlet işletmeleri, elverişli koşullarla özel teşebbüse devredilmelidir.”16 51. Başlam’daki anlayış, 48.Başlam’ın hemen aynısıdır: “Gelir amacıyla kurulmuş olan ve bizzat devlet tarafından işletilen, bu nedenle de ülkede iş hacmini daraltan, hayatı pahalılaştıran tekel fabrikalarının, elverişli koşullarla özel teşebbüs ve özel sermayeye devredilmesinden yanayız.”17

İstanbul Basını

İstanbul basını Demokrat Parti’yi, kuruluşuyla yönetime gelişi arasındaki dört yıl içinde, giderek artan bir yoğunlukla destekledi. Yönetime geldiğinde ise bu desteği coşku ve yaranma kampanyasına dönüştürdü. İstanbul basınının bugün AKP ve R.Tayyip Erdoğan’a yaptığı desteğin hemen aynısı, 1950’lerde Demokrat Parti ve Adnan Menderes’e yapıldı.
Hürriyet gazetesinin sahibi Sedat Simavi’nin o günlerde yazdığı başyazı, İstanbul basınının ortak duygularını dile getirir nitelikteydi ve şöyleydi: “Çok teşekkür ederiz, Celal Bayar bizi yeni bir başbakana kavuşturdu. (Bayar Cumhurbaşkanı olmuş ve hükümeti kurma görevini Menderes’e vermişti y.n.). Yıllardan beri muşmulalaşmış insanların işe yaramaz uygulamalarını o kadar kanıksamıştık ki, onları eleştirmek bile içimizden gelmezdi. Adnan Menderes’in başbakanlığa getirildiğini duyunca, adeta kulaklarıma inanamadım. Şu anda; taptaze şahsiyetlere, yepyeni bir anlayışa, fedakâr bir cumhurbaşkanına sahibiz. Bütün bunlar, geleceğe güvenle bakmamız için çok güzel fırsatlardır.”18

Ordu’da Ayıklama (Tasfiye)

İstanbul basınının “geleceğe umutla bakmasına” neden olan Demokrat Parti Hükümeti, işe ordunun üst kademesinde giriştiği büyük bir arındırma (tasfiye) girişimiyle başladı. O günlerde, komutanlarının hemen tümü Kurtuluş Savaşı gazisi olan ordunun, Atatürk’e bağlılığından çekiniliyor, hükümet kurulduktan bir hafta sonra 6 Haziran 1950’de, geleneklere aykırı biçimde, üst düzey komutanlar görevlerinden uzaklaştırılıyordu.
Ordudaki arındırma konusunda Celal Bayar, “Bu kesin bir operasyon planıdır. Karşı çıkanlar olsa da bu plan başarılı kılınmalıdır” derken, Adnan Menderes, “Bu bir ‘İkinci Nizam-ı Cedit’ planıdır. Gerçekleştirmek iktidarımızın şerefi olacaktır” diyordu.19

Karşı Devrim Uygulamaları

Ordudaki arındırmadan on gün sonra 16 Haziran’da, ezanın Arapça okunmasına izin verildi. Desteğini aldığı tutucu kesimleri memnun etmek için, radyoda dini yayınlar yapılmasına, köy okullarına din dersi konmasına ve dildeki Türkçeleşmeye son verilmesine karar verildi. Anayasa’nın adı yeniden Teşkilat-ı Esasiye Kanunu oldu.
Halkevleri ve halkodaları kapatıldı, mal varlıkları hazineye aktarıldı. Adnan Menderes, 4 Mayıs 1951’de Mecliste yaptığı konuşmada, “Halkevleri, halkodaları faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür. Bunlar sosyal yapımız içindeki tümüyle gereksiz, boş, geri ve yabancı unsurlardır” diyordu.20 Oysa Menderes, Halkevleri’nin kurucularından biriydi ve 15 yıl bu kuruluşun denetmenliğini (müfettişliğini) yapmıştı. 1930 yılında Halkevleri’nin açılış törenlerinde yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Milletimizin yükselmesi yolunda her şeyi gören ve sezen büyük Gazi, sosyal yaşantımızda çok derin bir boşluğu ve çok şiddetli ihtiyacı görmüş ve bu boşluğu doldurmak için Halkevlerinin temellerini atma şerefini de kazanmıştır.”21
Menderes, 1930’larda aşırı övgülerle “her şeyi gören Gazi” olarak göklere çıkardığı Atatürk’ü, başbakan olduktan sonra önce yok saymaya, giderek ona karşı çıkmağa başladı. Gerçek karşıtlığı, kabul ettiği ve uyguladığı programlarla yapıyor ancak bu karşıtlığı söz ve açıklamalarla açıkça dile getirmekten de çekinmiyordu. Yadsımacı savlarını o denli aykırı noktalara ulaştırmıştı ki, bu savları duyan kimi DP yöneticileri bile şaşırıp kalıyorlardı. Örneğin, Kurtuluş Savaşı’nın “Mustafa Kemal’in ihtirası” yüzünden uzadığını ileri sürmüş, şunları söylemişti: “Kurtuluş Savaşı diyorsunuz. Bu savaş pekâlâ üç ayda bitebilirdi. Bunun yıllarca uzatılmasına Mustafa Kemal’in yerleşme ihtirasları... (neden olmuştur y.n.)”22
Menderes’in bu tür açıklamalarından sonra, Atatürk karşıtlığı tüm Türkiye’ye yayılan salgın bir hastalık durumuna geldi. Aşağılama (hakaret) dolu saldırılar; bildiriler, gazeteler ve dergilerde, kitlesel toplantılarda, sınırsız bir ölçüsüzlük içinde dile getiriliyor; anıtlar ve yontular (heykeller) parçalanıyor; Atatürkçü yayın ve kişilere saldırılıyordu. Saldırılar o denli denetlenemez duruma gelmişti ki, gelişmelerden ürken Demokrat Parti Hükümet’i sonunda, Atatürk’e Karşı İşlenen Suçlar Kanunu’nu çıkararak Atatürk’ü aşağılayanlara hapis cezası getirmek zorunda kaldı.

Dışa Bağlanma

Demokrat Parti Hükümeti, kuruluşundan iki ay sonra 25 Temmuz 1950’de, kendi içinde aldığı bir kararla, dolaylı bir ABD-Sovyet çatışması olan Kore Savaşı’na katılma kararı aldı. Yurt dışına savaşmak için asker gönderilmesine karşın, Meclis’te karar alınmamış, Türkiye’nin herhangi bir ilişki ve çıkarı olmadığı bir savaşa katılınmıştı. Anayasa’nın açık ihlali olan bu kararın eleştirilmesi, çıkarılan bir yasayla yasaklandı, Kore Savaşı’nı eleştirenlere hapis cezası getirildi.
Yolluk ve aylıkları Türk hükümetince ödenerek 5090 kişilik bir birlik Kore’ye gönderildi. Üç yıl süren savaşlarda 721 asker yitirildi.23 ABD isteğiyle gerçekleştirilen bu girişim için, hiçbir haklı gerekçe gösterilemedi, yalnızca garip açıklamalar yapıldı. Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu, “Kore’de bir avuç kan verdik ama böylece büyük devletlerarasına katıldık” dedi.24

NATO’ya Giriş

18 Şubat 1952’de NATO’ya girildi. Bu olay, Meclis’te ve İstanbul basınında bir zafer havasıyla kutlandı. Oysa kutlama yapmak bir yana, Birinci Dünya Savaşı’nda orduyu Alman generallerine teslim eden anlayışı ve Mustafa Kemal’in bu anlayışa karşı sürdürdüğü karşıtlığı bilenler için, kaygı ve üzüntü veren bir gelişme yaşanıyordu. Türkiye’nin ulusal savunmasının ana gücü ordu, bir dış örgütün buyruğuna, üstelik Atatürk’ün dostluk ilişkilerinin sürdürülmesini istediği Sovyetler Birliği’ne karşı kullanılmak üzere veriliyordu.
Ağustos 1952’de Türkiye’yle Yunanistan’ı içine alan ve Amerikalı bir korgeneralin komutasında, Güneydoğu Avrupa Kara Kuvvetleri Komutanlığı kuruldu. Türk Ordusunun orgeneral rütbesindeki komutanları, artık bu korgeneralin emri altındaydılar.25
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Lizbon’da, Türkiye’nin katıldığı ilk NATO toplantısında yaptığı konuşmada: “Karşınızda büyük bir istekle ve kayıtsız şartsız işbirliği zihniyetiyle hareket etmeyi ilke edinen bir Türkiye bulacaksınız” diyordu.26 Menderes daha da ileri gitti ve Türk-Amerikan ilişkilerinden “ölümsüz dostluk” diye söz etti. ABD Dışişleri Bakanı John Fuster Dulles’in bu sözlerden hemen sonra yaptığı açıklama, Menderes’e verilen onur kırıcı bir yanıt gibiydi: “Amerika’nın dostu yok, çıkarı vardır.”27

Kendini Yadsıma (İnkar)

ABD yönlendirmesiyle Bağdat ve Balkan paktlarına katılındı. Bağımsızlık savaşı veren Tunus, Fas, Cezayir’e karşı sömürgeci devletler desteklendi. Mısır’a karşı, İngiltere’nin yanında yer alındı. Azgelişmiş ülkelerin katıldığı Bandung Konferansı’nda Batının savunuculuğu yapıldı.
Yabancı sermayenin özendirilmesi için Yabancı Semrayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol Kanunu çıkarıldı. Yatırıma dönüşmeyen dış borç alındı ve ağır koşullara bağlanmış borçlanma, yerleşik bir uygulama haline getirildi. Adnan Menderes, 29 Kasım 1955’te Çorlu’da yaptığı konuşmada dış borca dış yardım adı veriyor ve şunları söylüyordu: “Kıskançlar! Dış yardımı istemeyenler milli kalkınmayı istemeyenlerdir. Kalkınmaya engel olmak isteyenler, milli irade karşısında, karınca gibi ezileceklerdir.”28

ABD’ne İşgal Yetkisi

İsmet İnönü’nün başlattığı ikili anlaşmalar, kapsamı ve uygulama alanları genişletilerek sürdürüldü. Sayısı ve niteliği bugün bile bilinmeyen bu anlaşmalardan en önemlisi, tam metni açıklanmamış olan 5 Mart 1959 anlaşmasıdır. Anlaşmanın basına sızan bölümlerinde, göründüğü kadarıyla, anlam bozukluğu içeren karışık tümceler ve yoruma bağlı net olmayan anlatımlarla çok çekinceli yükümlülükler altına giriliyor, ABD’ye Türkiye’ye askeri karışma (müdahale) yetkisi veriliyordu.
Ana sözleşmenin giriş bölümünde Amerika Birleşik Devletleri’ne, “Türkiye’nin siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı yapılacak her türlü tehdidi çok ciddi bir biçimde tetkik etmek...” gibi bir görev veriliyor, sonraki altı maddede ise ABD’nin “doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak; tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı, dolaylı saldırı hallerinde...” Türkiye’ye karışma etmesi kabul ediliyordu.29 “Dolaysız saldırı”, “dolaylı saldırı”, “tecavüz” ve özellikle “sivil saldırı” gibi kavramların ne anlama geldiği açıkça tanımlanmamış, bunlar Amerikalılar’ın yorumuna bırakılmıştı. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 4 Nisan 1960’da bu gerçeği kabul edecek ve yaptığı açıklamada “bu konulardaki takdir hakkının Amerikalılara ait olduğunu” söyleyecektir.30

DP’nin Sonu

Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 devrimiyle yönetimden uzaklaştırıldı; yöneticileri ve milletvekilleri tutuklandı. Parti, 29 Eylül 1960’ta, mahkeme kararıyla kapatıldı. Yassıada’da yapılan yargılamalar sonucunda, yönetici ve milletvekillerinin büyük çoğunluğu çeşitli hapis cezalarına, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam cezasına çarptırıldılar; idam cezaları 17 Eylül 1961 günü yerine getirildi.

DİPNOTLAR


  1. Politikada 45 Yıl” Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yayınları, 2.Basım 1984, sf. 222–224
  2. İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. 4.Basım 1983, 3.Cilt, sf. 23
  3. a.g.e. sf. 23
  4. Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 5.Cilt, sf. 3008
  5. Menderes’in Dramı” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. İstanbul 1969, sf. 198
  6. a.g.e. sf.198
  7. Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya, Arba Yay., 2.Bas. 1995, sf. 652 – 653
  8. a.g.e. sf. 653
  9. Menderes’in Dramı?” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. İst. 1969, sf. 206, 207 ve 251
  10. a.g.e. sf. 205
  11. İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., 4.B., İst. 1983, 3.C., sf. 34 - 35
  12. Menderes’in Dramı?” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. İst. 1969, sf. 206, 207
  13. a.g.e. sf. 208
  14. İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., 4.Bas., İst., 3.Cilt, sf. 37, 38
  15. Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya, Arba Y., 2.B., sf. 664, 665
  16. a.g.e. sf. 668
  17. a.g.e. sf. 668
  18. İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. 4.Bas., İst. 1983, 3.Cilt, sf. 31
  19. a.g.e. sf. 52
  20. Menderes’in Dramı?” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. İst. 1969, sf. 218
  21. a.g.e. sf. 218
  22. a.g.e. sf. 219
  23. Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 11.Cilt, sf. 6984
  24. İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit., 4.Bas., İst. 1983, 3.Cilt, sf. 306
  25. Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, İst. Mat. – 1974, 3.Cilt, sf. 1605
  26. a.g.e. sf. 1606
  27. a.g.e. sf. 1607
  28. Menderes’in Dramı?” Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. İst. 1969, sf. 294
  29. a.g.e. sf. 331
  30. a.g.e. sf. 331


2 yorum:

  1. ATATÜRK’ün Zhou Enlai yoldaşı Celal Bayar’ın emanetine hiç ihanet etmemiş Sn.Nazlı Ilıcak bugünkü Aydınlık gazetesine bir Önkibar-uyum pekâlâ sağlayabilecek yapıdadır. Sn.Önkibar da, İhlâs Holding gazetesinde yazarken, aynı O'nun gibi, FETÖ'ye hiç aman vermez, kök söktürürdü.

    YanıtlaSil
  2. ATATÜRK'ün Zhou Enlai yoldaşı Celâl Bayar’a kulak verecek olsa, Sn.ERDOĞAN'ın GandikeMAL ile bir ‘düzeyli-birliktelik’ içine girmesi gerekiyor [bkz: «Bayar DP'lilere ‘CHP ile ortaklıktan korkmayın’ dedi» (3 sütun üzerine) başlıklı haberi, Yeni Ortam gzt., Sahibi Kemal Bisalman, Genel Yönetmen Yüksel Baştunç, Yazıişleri Müdürü Ender Erenel, Yıl 3 Sayı 742, 30 Eylül 1974 Pazartesi, Dizgi - Baskı Ortam Matbaacılık, Ankara Baskısı Halkçı Matbaası İşletmesi, s.1].

    YanıtlaSil