2 Şubat 2015 Pazartesi

AVRUPA VE TÜRKLER



Avrupa uygarlığı olarak tanımlanan Batı anlayışı, bir yanıyla Antik Grek-Roma uygarlığına, diğer yanıyla Türk karşıtlığına dayalıdır. Üstünlük düşüncesinden kaynaklanan ve Avrupalılık olarak tanımlanan bu ikili yaklaşımın tarihsel anlamı; kültürel köksüzlüğün antik uygarlıklarla, özgüven yoksunluğunun Türk düşmanlığıyla giderilmek istenmesidir. Avrupalılar için anlaşılabilir, ancak bilimsel açıdan kabul edilemez olan bu anlayış; gerek kültürel sahiplenmede gerekse Türk düşmanlığında, sonu ırkçılığa varan yapay aşırılıklar ve bilinçli abartılar içerir.


Viyana - 1983

12 Eylül 1983 günü Viyana’da sıradışı bir devinim (hareketlilik), davranışlara yansıyan toplumsal bir coşku ve sevinç vardı. Avusturya’dan ve Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelen inanmış Hıristiyanlar, özel indirimli turlardan yararlanan gezginciler (turistler), politikacılar, yerel yöneticiler, öğretmen ve öğrenciler Viyana sokaklarını doldurmuşlar, karnaval havasıyla bir şeyleri kutluyorlardı. Sokak konserleri, kukla ve film gösterileri, konferanslar, açık oturumlar birbirini izliyor, müzelere akın akın insan geliyordu.
Büyük Müze’nin en çok gezilen yeri, Viyana’yı kuşatan Osmanlı Sadrazamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kişisel eşyaları ve otağının bulunduğu bölümdü. Avusturyalılar, ülke dışından gelen Hıristiyan konuklarıyla birlikte, “tarifsiz kötülüklerin simgesi Türkler” den1 kurtuluşlarının yıldönümünü kutluyordu. 12 Eylül 1983, Viyana Kuşatması’nın üç yüzüncü yılıydı.
1683’de Viyana Kuşatması’yla başlayan ve aralıksız 16 yıl süren savaşlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1699’da ateşkes istemiyle, yani yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Bu sonuç, yalnızca Türkler’in ya da yalnızca Avrupalılar’ın değil, belki de tüm dünyanın geleceğine yön veren gelişmelerin başlangıcı, dünya tarihinin bir kavşak noktasıydı.
On altı yıllık çatışmalar dönemi ve varılan sonuç, gelecekteki Türk gerilemesini içeren yeni bir tarih döneminin başlangıcıydı. Osmanlı İmparatorluğu, duraklama döneminden, gerileme dönemine giriyordu. Başta Avusturyalılar olmak üzere Avrupalı Hıristiyanlar, bu olayı coşkuyla kutlamakta kendi açılarından haklıydılar.
Viyana yenilgisine dek, Avrupa’da herkes, Türkler’le asla baş edilemeyeceğine inanırdı. “Düşmanlarının korkulu rüyası” olan Türkler, “yenilmesi olanaksız bir askeri güçtü.”2 Anneler çocuklarını, “uslu durmazsanız, Türkler gelip sizi yer”3 diye korkutuyordu. Ünlü Fransız roman ve öykü yazarı Alphonse Daudet’in söylemiyle, “Her Batılının ruhunun derinliklerinde, az çok bir haçlı ruhu vardı”.4 Yenilmez güç Viyana’da yenilmiş “efsane” sona ermişti. Avrupalılar özgüven kazanmış, yeni ve atak bir ruh kanamıştı. Bu ruh, aradan üç yüz yıl geçmesine karşın canlı tutulmuş olan toplumsal belleğin, kutlamalarda somutlaşan dışa vurumuydu.
Avusturyalılar, Hıristiyan dünyasının yardımıyla Türkler’i Viyana’da durdurmakla, gerek bin dört yüz yıllık bir geleneği sona erdiriyor, gerekse sonuçlarını o günlerde düşünemeyecekleri kadar önemli bir değişimi başlatmış oluyordu. Yalnızca kentlerini kurtarmakla kalmamışlar, Türkler’le Avrupalılar arasındaki güç dengesinde, “kalıcı bir tersine dönüşü”5 başlatmışlardı. Tüm Avrupa’da kimsenin yapamadığını onlar başarmış ve Türkleri durdurmuşlardı. Eylemlerinin üç yüzüncü yılını kutlamakta ‘haklıydılar’.

Eski Öykü

Türkler’in, Avrupalı kavimler üzerinde kurduğu üstünlük, İlk Çağ’a dek giden çok eski bir öyküdür. Milâttan sonra 5.yüzyılda, Avrupa’yı boydan boya geçip Atlas Okyanusu’na uzanan Hun akıncılar, Avrupalıları haraca bağlamış, bulundukları yerlerde kesin bir egemenlik kurarak, Batı ve Doğu Roma İmparatorluklarına güçlerini kabul ettirmişti. Avrupalılar’ın Tanrının Kılıcı6 adını verdiği Attila (400-453) İtalya’ya girmiş, ölümsüz ülke diye tanımlanan Batı Roma İmparatorluğu’nun dağılma sürecini başlatmıştı. “Gösterişli söylevler” ve “ikiyüzlü davranışlarla”, kendisini soylu Attila diyerek karşılayan Romalı soylulara, “ben sizinki gibi bir soyluluğu kabul etmiyorum, ancak soylu bir ulustan geldiğimi biliyorum”7, demiş ve yalnızca bu söylemiyle bile Avrupalılarca hiç unutulmamıştı.
Hunlar daha sonra, başka akıncı boylarla birlikte, İlk Çağ köleciliğini temsil eden Batı Roma İmparatorluğunu yıkarken bir çağı bitirmiş, bir başka çağı, Orta Çağ’ı başlatmıştı. İstanbul’u aldığında “Asyalıların (Troya) öcünü aldım”8 diyen Fatih Sultan Mehmet, yalnızca Doğu Roma İmparatorluğu’nu, yani Bizans’ı değil, Orta Çağ’ı da bitirmişti. Türkler, 4.yüzyıldan 18.yüzyıla, 1699 Karlofça Anlaşması’na dek tam on dört yüzyıl Avrupa üzerinde kesin bir üstünlük sağladılar. 30 Ağustos 1922’de Yunan Ordusunu yenerek “Troya’nın intikamını aldım”9 diyen Mustafa Kemal, kazandığı Kurtuluş Savaşı’yla, Avrupa sömürgeciliğini sona erdirdi, ulusal kurtuluş savaşları dönemini başlattı.

Avrupalılık Kavramı

Avrupa uygarlığı olarak tanımlanan Batı anlayışı, bir yanıyla Antik Grek-Roma uygarlığına, diğer yanıyla Türk karşıtlığına dayalıdır. Üstünlük düşüncesinden kaynaklanan ve Avrupalılık olarak tanımlanan bu ikili yaklaşımın tarihsel anlamı; kültürel köksüzlüğün antik uygarlıklarla, özgüven yoksunluğunun Türk düşmanlığıyla giderilmek istenmesidir. Avrupalılar için anlaşılabilir, ancak bilimsel açıdan kabul edilemez olan bu anlayış; gerek kültürel sahiplenmede gerekse Türk düşmanlığında, sonu ırkçılığa varan yapay aşırılıklar ve bilinçli abartılar içerir.

Türk İmgesi

Türkler’le Avrupalılar arasında, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından günümüze dek süren ve doğrudan ekonomik çıkara dayanan silahlı çatışma, Türkler güçlenip varsıllaştıkça Avrupalılar’ı, Avrupalılar güçlenip varsıllaştıkça Türkler’i yoksullaştırmış ve bu çatışma neredeyse tarihin tümünü kapsamıştır. Yönetim yapılanması, yaşam biçimi ayrımlarını ve kültürel ayrılıkları içeren toplumsal özellikler, bu uzun çatışmanın sonuçlarından etkilenerek yön ve biçim bulmuş, karşılıklı olarak yerleşik karşıtlıklar oluşturmuştur.
Uzun dönemler boyunca Türkler’e boyun eğmek zorunda kalan Avrupalılar, yaşadıkları hemen tüm olumsuzlukların kaynağının Türkler olduğuna inanmıştır. Kalıcı olan bu inanç, niteliğinden bir şey yitirmeden günümüze dek gelmiştir. Avrupalılar için Türkler, yalnızca uygarlık dışı bir kavim değil, ortadan kaldırılması gereken bir insanlık sorunudur.
Bu düşünceyi dile getirmekten çekinmezler. İngiltere Başbakanı William Gladstone (1809-1898) “Türkler, insanlığın tek insanlık dışı tipidir”10 derken, diğer bir İngiliz Başbakan Lloyd George (1863-1945) “Türkler, bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır” der.11 ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson’un (1856-1924) isteği üzerine ve 1917’de yayınlanan İtilaf Devletleri bildirisinde: “Uygar dünya bilmelidir ki, müttefiklerin temel amacı herşeyden önce, Türkler’in kanlı despotluğuna düşmüş olan halkların kurtarılması ve Avrupa uygarlığına kesinlikle yabancı olan Türkler’in Avrupa dışına atılmasını içerir” biçiminde açıklama yapılmıştır.12
Bu açıklamalardan hemen sonra 1918’de, Fransız K.D’Any, yazdığı kitapta, “genel insan uygarlığı açısından bakıldığında, Türkler’in Batı kültürüne korkunç bir darbe vurduğu görülür. Yaptıkları soykırımlarla, soylu ve üstün bir ırkın, aşağılık ve soysuz bir ırk tarafından yokedilmesine neden olmuşlardır”13 der.

Avrupa Irkçılığı

Türklerle Avrupalılar arasındaki çatışmada, Batı Roma’nın yıkılışından Karlofça Antlaşmasına dek geçen 1200 yıl içinde Türkler, Avrupa; 1699’dan bugüne dek geçen 300 yıl içinde ise Avrupalılar, Türkler üzerinde üstünlük sağladı. Batıda her zaman var olan, ancak benzeri Türkler’de bulunmayan ırkçı karşıtlık, bu uzun çatışmalar sürecinin bir ürünüdür.
Avrupa’daki Türk karşıtlığının niteliği ve tarihsel anlamı konusunda; Türkiye’de de ders veren Prof.Fritz Neumark şunları söylemiştir: “İçtenlikle itiraf etmeliyim ki, Avrupalı Türkleri sevmez; sevmesi de mümkün değildir. Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların ve kilisenin asırlardır hücrelerine sinmiştir. Türkler pek farkında değil ama Avrupalılar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz.”14

Tarihsel Gelenek

Neumark’ın tanımıyla hücrelere sinen Türk karşıtlığı, Avrupa’da toplumsal bir gelenek durumundadır. Çatışmalarla dolu bir tarihe dayanan bu karşıtlık, yenilgi dönemlerini ve bu dönemlerin Batı için yarattığı sonuçları gizlemek için, tarihi “çarpıtma” ya da “yanlış yorumlama” eğilimini her zaman içinde barındırmıştır. Bu tutum, tarihi siyaset için kullanmanın bilinçli bir uygulama durumuna getirildiği Batıda son derece yaygındır.
Politikacılar, tarihçiler ya da Batının “ünlü” aydınları tarihin “işlerine gelmeyen” bölümlerini “yok sayma” ya da “çarpıtma” da çok başarılıdırlar. Bunların örnekleri çoktur. İngiliz yazar William Barry, 1920’de yazdığı Constantinople adlı kitabında, “Türkler’i sistemimize katmak ve yok etmek için yapılan girişimlerin tümü başarısız olmuştur ve ilerde de başarısız olacaktır. Onlar OrtaAsya platolarından yola çıkmış ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun sonunu hazırlamışlardır. Er ya da geç geldikleri yere dönmelerini sağlamak, uygarlığın üzerimize yüklediği zorunlu bir görevdir. Ben, Hıristiyan halkların bir gün birleşip Anadolu’yu bin yıl öncesi gibi, süt ve bal taşan şehirlerle dolu hale getirmesini istiyorum”15 der.
Yunanlı yazar Moskopulos ise aynı yıl yazdığı Tarihleri Tarafından Mahkum Edilen Türkler adlı kitabında, Türkler’in bulundukları yerlerde oturmaya haklarının olmadığını, geldikleri yere, yani Orta Asya’ya gitmeleri gerektiğini ileri sürer ve şunları söyler: “Tarih hükmünü vermiştir. Bu yağmacı ve katiller milletinin, Avrupa’da oturmaya hakları yoktur. Atalarının yaşadığı yere gitmelidirler.”16
Bir başka Yunanlı, Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos, 1997 yılında, yani bugün bile, konumuna ve temsil ettiği makama uymayan bir biçemle (üslup), Türk düşmanlığının kalıcı olduğunu şu sözlerle dile getirir. “Türk askeri ve diplomatik düzeyinin bir bölümü, Ege’deki sınırlarımızın ve egemenlik haklarımızın tartışmalı olduğunu söylüyor. Bizim bu konuda Türklerle görüşme yapmamız mümkün değildir. Hırsızla, katille, ırza geçen tecavüzcüyle görüşmemiz olanaksızdır.”17

Batılı Aydınlar

Devlet yetkilileri ve politikacılarla sınırlı kalmayan Türk düşmanlığı, Avrupa aydınlanması’nda yer alan hemen tüm düşünür ve sanatçıları bir araya getiren kültürel ortak payda ve Avrupalılık kimliğinin ayırıcı özelliğidir. İlginçtir ki, Türkiye’de de saygı gösterilen bu insanlar; Türkler’i, “yıkıcı ve yağmacı barbarlar” olarak görür, onları “tarihin ve uygarlığın dışında tutulması gereken insanlığın alt unsurları” sayar.
Batılı ülkelerde inceleme ve araştırmalarda kullanılan sorgulayıcı gözlem ve araştırma zenginliği, konu Türk toplumu olduğunda yerini, bir tür bilim dışı kanıtsız savlara, akıl dışı yorumlara bırakır. Tarihçiler, toplumbilimciler (sosyologlar), kazıbilimciler (arkeologlar), ya da insanbilimciler (antropologlar) den başka; şairler, yazarlar, ressam ve müzisyenler, inanılması güç bir sözbirliği içinde, aynı şeyleri yinelerler. C.G. Bello, Aeneas Syvius, Pierre de Ronsard, Martin Luther, François Voltaire, Immanuel Kant, Réne Chateaubriand, Gottfriend Herder, Friedrich Hegel, Karl Marks, Friedrich Engels, Blaise Pascal, Victor Hugo, George Byron, Edgar Allan Poe bunların bir bölümüdür.

Viyana’dan Mondros’a

Türkler, Viyana Kuşatması’nın sonucu olarak 1699 Karlofça Anlaşması’nı imzaladıklarında, yalnızca 16 yıl süren bir savaşı değil, onun çok daha fazlasını yitirdi. Avrupalılar için, artık göz korkutan güç olmaktan çıkmışlar, Türkler’in yenilmezliğine yönelik söylence son bulmuştu. Avrupalı yöneticiler, İstanbul’a karşı o güne dek sürdürmek zorunda kaldıkları sözdinler görünümlü politikanın, bundan böyle değiştirilebilir duruma geldiğini görmüşler ve yüzyıllar süren savunmadan sonra artık saldırıya geçebileceklerini anlamışlardı.
Osmanlı yönetiminde yaşayan azınlıklarla Türkler’in içine girecekler, geliştirmekte oldukları ekonomik-askeri güce dayanarak ve gerektiğinde çatışarak, yeni ticari-idari ayrıcalıklar, yeni etki alanları elde edeceklerdi. O dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nu bölüp parçalama gücünde değildirler. Ancak bu güce ulaşmanın yolu açılmıştı. Viyana yenilgisi ve ardından gelen Karlofça, bu sürecin başlangıcıydı...18
Viyana yenilgisiyle başlayan yeni dönem, Türkler için, sonuçlarına hazır olmadıkları, tam anlamıyla bir beklenmeyen durumdu. Çok uzun dönemlerden sonra ilk kez, geleceği etkileyecek bir askeri yenilgi almışlar, sahip oldukları ve rakipsiz gördükleri savaş üstünlüklerinin sona ermekte olduğunu sezinlemişlerdi. Bu, yenilmezlikten kaynaklanan özgüvenin sarsılması demekti. Gelişme durabilir, yeni yenilgiler gelebilirdi.

Ruslar

Yeni yenilgi, üstelik Osmanlılar için en güç kabul edilebilir yerden, Rusya’dan geldi. 1768’de başlayan ve altı yıl süren Türk-Rus Savaşı, İstanbul için küçük düşürücü Küçük Kaynarca Anlaşması’yla sonuçlandı.
Anlaşma’yla, Rus Ordusu Kırım’a girdi. Osmanlı Devleti’nin, Kırım Tatarları ve Karadeniz’in kuzey kıyılarındaki kimi limanlar üzerindeki egemenlik hakları Rusya’ya devredildi. Kuban (kuzeybatı Kafkasya) ve Bucak (Moldovya-Ukrayna arasındaki bölge) yitirildi. Çarlık filosu, Osmanlı donanmasının hemen tümünü yok etti. Karadeniz, Akdeniz’den sonra, Osmanlı denizi olmaktan çıktı ve İstanbul 1453’ten beri ilk kez, denizden tehlike altına girdi.
Rus ticaret gemilerine, Boğazlar’dan serbest geçiş hakkı verildi. Rus uyruklulara, Batılılar gibi kapitülasyon hakları tanındı. Karlofça’yla Batılı devletlere yenilen Osmanlı İmparatorluğu, Küçük Kaynarca’yla ilk kez, Doğulu bir ülkeye yeniliyor19, birincisiyle duraklayan İmparatorluk, ikincisiyle gerilemeye başlıyordu.

Çözümsüz Arayışlar

Batıdan sonra Doğuda da kendilerini yenebilecek bir gücün oluştuğunu gören Osmanlı yöneticileri, bir şeyler yapmak gerektiğini düşündüler ve ister istemez Batıyı örnek alan kimi girişimlerde bulunmaya başladılar. Yenilgiler süreci, Osmanlı yöneticilerinin geleneksel güçlerini ve kendine güvenlerini büyük oranda yitirdiği, buna bağlı olarak Batıya karşı öykünmeci (taklitçi) bir siyasetin devlet politikasına yerleştiği gerileme dönemini oluşturdu.
Batılılaşma adı verilen yabancılaşma eğilimi, devlet politikasına, üstelik kalıcı biçimde bu dönemde yerleşti. Kimi devlet görevlileri, “geleneksel Osmanlı kurumlarından vazgeçilmedikçe” Avrupa ile baş edilemeyeceğini düşünmeye başladılar. Osmanlı devletinde “Avrupa usullerinin ve Avrupa kurumlarının kabul edilmesi” gerektiğini söylüyorlardı.20
Osmanlı yönetim düzeni ve kültüründen uzaklaşma, buna karşın Avrupa kurum ve kültürüne yanaşma süreci böyle başladı. Bu süreç, doğal olarak, yenileşme ve gelişme değil, daha çok bozulma ve daha hızlı çözülme getirdi; ne Osmanlı kalındı, ne de Avrupalı olundu.
Bilgi ve bilinçten yoksun ilk ‘yenilikçiler’, Rusya’da Deli Petro’nun yaptığı gibi, ekonomik gelişmeyi ele almadan yalnızca askeri güçlenmeyi amaç edindiler. Ordunun önemli görevlerine, önce Türk adları vererek daha sonra kendi adlarıyla, birçok yabancı ‘uzman’ ya da ‘yönetici’ getirdiler. Bu uygulamayı zamanla başka yönetim birimlerine yaydılar. Devletin kilit noktalarına doğrudan yabancılar yerleştiriliyordu. Örneğin beraberinde bir matbaa makinesi getiren İbrahim Müteferrika, ülkesinde papaz eğitimi görmüş bir Macar’dı. Yazdığı ve bastığı kitapta, Osmanlıları sürekli olarak “Avrupa kültürüyle ilgilenmeye” çağırıyordu. Bonneval Kontu Claude Alexandre, Ahmet adıyla Humbaracıbaşı (top mermisi üreten askeri birim) yapılmıştı. 1740 kapitülasyonlarından hemen sonra Baron de Tott, orduyu yenileştirmekle görevlendirilmişti.21

Duraklamadan Gerilemeye

Karlofça Anlaşması’yla; Macaristan’ın bir bölümü Avusturya’ya, Mora ve Dalmaçya kıyıları Venedik’e, Podolya (Batı Ukrayna) Lehistan’a (Polonya) verilmiş; 1718’de (Pasarofça Anlaşması ile) Temeşvar, Küçük Eflak, Belgrad, Kuzey Sırbistan yine Avusturya’ya verilmiştir. Yengiyle sonuçlanan, 1736-1739 Osmanlı-Rus ve Osmanlı-Avusturya savaşları sonunda, bu toprakların bir bölümü geri alındı. 1739 yengisi, Osmanlıların Balkanlar’da yüz elli yıl daha kalmasını sağladı, ancak, çözülmeyi önlemedi.
1740 kapitülasyonları, Fransa’yı Osmanlı devletinin hemen her işine karışan, neredeyse içsel bir güç durumuna getirdi. Fransa, o dönemde, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde o denli etkili bir denetim kurmuştu ki; ekonomik olarak tümünü kullandığı için, ülkenin bütünlüğünü savunmak, Fransa’nın o dönemdeki dış siyasetinin önemli bir unsuru durumuna gelmişti.
18.yüzyıl sonlarında İngiltere, en değerli sömürgesi Kuzey Amerika’yı yitirmiş ve Fransa’nın rakibi olarak, Hindistan’a en yakın yol olan Akdeniz’e ve Osmanlı İmparatorluğu topraklarına yönelmişti. Aynı bölgeyle, ‘sıcak denizlere inme’ peşindeki Rusya da ilgileniyordu.
İngiltere, Rus yönelmesini engellemek için, yarıştığı Fransa’yla uzlaşma yolunu seçti ve gelecekte sağlayacağı etkinliği düşünerek, ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü koruma’ politikasına o da destek verdi. Osmanlı İmparatorluğu, tek bir devletin yutamayacağı kadar büyük, ancak tek başına bırakılmayacak kadar güçsüzdü. Dünya siyasetinin en önemli çatışma alanı, bugün ve her zaman olduğu gibi o günlerde de Anadolu, Ortadoğu ve Balkanlar’dı.

Çöküş

Osmanlı İmparatorluğu, 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan, Sevr’i imzaladığı 1920’ye dek, 156 yıl varlığını sürdürdü. 1774’den önce, Dünya’nın en değerli toprakları üzerinde kurulu, 5 milyon kilometrekarelik büyük bir imparatorluk Sevr’le, Anadolu’nun ortasına sıkışmış, 120 bin kilometrekarelik küçük ve güçsüz bir ülke durumuna gelmişti. Toprak yitiklerinin büyük bölümü, 19.yüzyılda gerçekleşti. 1839’da başlayan Tanzimat dönemiyle birlikte hızlanan çözülme, Osmanlı İmparatorluğunu, kendisiyle ilgili en küçük bir kararı bile alamayan, adı var kendi yok bir devlet durumuna getirmişti. İmparatorluğun yüzde sekseni, ekonominin çöktüğü, devletin borcunu ödeyemez duruma geldiği bu dönemde yitirildi. Dört yüzyılda kazanılan topraklar, 80 yıl içinde yitirildi.
1804’de Sırplar ayaklandı ve sekiz yıl süren ayaklanma sonunda, 1812’de imzalanan Bükreş Anlaşması’yla kendi kendilerini yönetme hakkı elde ettiler; özerk yönetim, değişik aşamalardan geçerek 1878’de bağımsızlıkla sonuçlandı. 1810’da başlayan Mora ve Rum ayaklanması, 1829’da Yunanistan’ı ortaya çıkardı. Aynı yıl, Eflak ve Boğdan’a yeni yönetim ayrıcalıkları tanındı; bir yıl sonra Fransa Cezayir’e girdi. 1830’da Sırplar’a, 1858’de Romanya’ya, 1861’de Lübnan’a özerklik verildi. 1866’da, Mısır Valiliği’nin babadan oğula geçen bir hak olduğu kabul edildi.
1870’de bağımsız Bulgar kilisesi tanındı, 8 yıl sonra 1878’de Kuzey Bulgaristan’da, bağımsız Bulgar Prensliği kuruldu. Aynı yıl, İngiltere Kıbrıs’a girdi. 1881’de, Fransa Tunus’u aldı; Romanya, hemen ardından Karadağ, bağımsızlığını ilan etti. 1908’de Yunanistan Girit’i aldı. 1911’de, İtalya Trablusgarp’a (Libya) girdi. 1912 Balkan savaşlarıyla, Balkanlar’daki Türk varlığı sona erdi; Bulgar ordusu Çatalca’ya dek ilerledi, İstanbul’a girişi büyük devletlerin araya girmesiyle önlendi.
Toplumsal çözülme, 20.yüzyıl başında büyük bir hıza ulaşarak ülkenin tümüne yayıldı ve Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, İmparatorluğun dağılmasıyla sonuçlandı. 1911 Trablusgarp, 1912 Balkan ve 1914-1918 I.Dünya Savaşı’nı kapsayan yedi yıl içinde; Balkanlar’dan Yemen’e, Kafkasya’dan Libya’ya dek uzanan çok büyük bir ülke, bir anda yitirilmişti. Türk halkına büyük zarar veren bu durum, o dönem aydınları için kabul edilemez bir sondu. Yaşananlar acı vericiydi, ama beklenmeyen değildi.

DİPNOTLAR

  1. Osmanlı İmparatorluğu 1600-1922” Donald Quataert, İletişim Yay., İst. 2002 sf.25
  2. a.g.e. sf.26
  3. a.g.e. sf.26
  4. Dış Basında Laik Cumhuriyetin Doğuşu” Bilal N.Şimşir, Bilgi Kit., Ank. 1999, sf.126
  5. Avrupa’nın İnanası Gelmiyor” Prof.Fahri Işık; ak. Oktay Ekinci, Cumhuriyet, 10.12.2002
  6. Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 2.Cilt, sf.1008
  7. a.g.e. 2.Cilt, sf.1008
  8. Türkler” Stéphane Yerasimos, Doruk Yay., İstanbul.-2002, sf.23
  9. Osmanlı İmparatorluğu 1900-1922” D. Quataert, İlet.Yay., İst-2002 sf.26
  10. Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof:Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Bas.-1994, sf.141
  11. Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, İstanbul Mat.-1974, sf.35
  12. a.g.e. sf.34
  13. L’Extermination des Chretiens de Turquie, A la Memoire Victimes de la Barbarie Turque”, K.D’Any Lausanne, Imprimerie La Concorde, 15 Juillet 1918, p.25;ak. Http://www.tetedeturk. com/ prejuges/
  14. Yalçın Bayer, Hürriyet Gazetesi, 23.06.2002
  15. Constantinople”, William Barry, Nineteenth Century and After, Londra, 1920, sf.728; ak. S.Yerasimos, “Türkler” Doruk Yay., 2002, sf.49
  16. Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.Tarık Zafer Tunaya, ARBA Yay., 3.Bas., 1994, sf.42
  17. Pangolos Türkiye’ye Hakaret Yağdırdı” Cumhuriyet, 25.09.1997
  18. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III”, Atatürk Araş.Mer., III. Cilt, 5. Bas., 1997, sf.87-88
  19. Türkiye I (Bir Devletin Yeniden Doğuşu)”, Arnold J.Toynbe, Cumhuriyet Kitap, İstanbul-1999, sf.48
  20. Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 14.Cilt, sf.8939
  21. a.g.e. 14.Cilt, sf.8939

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder