25 Ağustos 2014 Pazartesi

KURTULUŞ SAVAŞ’INDA SON NOKTA: DUMLUPINAR-BAŞKOMUTANLIK MEYDAN SAVAŞI


25 Ağustos akşamı, Anadolu’nun dış dünyayla haberleşmesini tümüyle kesti. Karargahını Şuhut yakınlarındaki dağlık bölgeye, oradan Kocatepe arkasındaki bir tepeye taşıdı. 26 Ağustos sabahı, gün doğumuna bir saat kala, savaşı yöneteceği Kocatepe’ye geldi. “Düşüncelerine gömülmüş, konuşmuyordu. Durmadan doğuya, güneşin doğacağı ufka bakıyordu. Orada kızıl pırıltı belirip, Anadolu yaylasına güneş doğarken birden, gürleyen bir gök gibi, topçu baraj ateşi başladı. Yunan Ordusu uykusundan uyandı. Birçok komutan, o gece Afyon’da gittikleri balodan ancak iki saat önce dönmüştü.”


Mareşal” ve “Gazi” Mustafa Kemal

Sakarya Meydan Savaşı, içte ve dışta önemli politik gelişmelere yol açtı, Mustafa Kemal’in güç ve saygınlığını arttırdı. Büyük Millet Meclisi ona, 19 Eylül’de “Gazi” ünvanıyla, “Türk askeri rütbelerinin en yükseği” olan Mareşal rütbesini verdi. Oysa, daha iki yıl önce Vahdettin, ondan “Mustafa Kemal Efendi” diye söz etmiş ve idam kararını imzalamıştı.1
Sakarya’dan 30 gün sonra 13 Ekim 1921’de Sovyetler Birliği’nin aracılığıyla, artık birer Sosyalist Cumhuriyet durumuna gelen Kafkasya devletleri; Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’la, Kars Antlaşması imzalandı. Bir hafta sonra 20 Ekim 1921’de Fransa’yla Ankara Antlaşması, üç gün sonra 23 Ekim’de İngiltere’yle “tutsak değişimi” anlaşması yapıldı. 2 Ocak 1922’de Ukrayna Halk Cumhuriyeti’yle Dostluk Antlaşması imzalandı, Anlaşma (İtilaf) Devletleri 22 Mart 1922’de Ankara’ya ateşkes önerisinde bulundu.2

Orduyu Hazırlamak

Ulusa seslendiği 14 Eylül bildirisinde, “çok yakın” olan tam kurtuluşu sağlayana dek, “bütün milletin azami gayret ve fedakarlık göstermesini beklerim” demiş3 zaman yitirmeden çalışmalara başlamıştı. Her zaman olduğu gibi; dikkatli, soğukkanlı, sonuç alıcı ve gerçekçiydi. Önemli bir yengi elde edilmiş, düşmana büyük zarar verilmişti; ancak, “Sakarya kesin zafer değildi”.
Ordu yorgundu ve güç yitirmişti, eksikleri çoktu. Silah, donanım ve yeni asker bulmak, askeri giydirip beslemek gerekiyordu. Ordunun gereksinimlerini karşılamaktan başka, belki de aylar sürecek uzun hazırlık döneminde; halkın direnme ve dayanma gücünü canlı tutmalı, ulusal birliği pekiştirmeliydi.
Son vuruş için, iyi donanmış 200 bin kişilik bir ordunun gerekli olduğuna inanıyordu. Bunun için, savaşabilecek durumdaki herkese gereksinim vardı. Askerlik yaşını alttan küçülten, üstten büyüten, yeni askere çağrı dönemleri açtırdı. Aralarında güçlü söylevcilerin (hatiplerin) bulunduğu ve çoğunluğunu milletvekillerinin oluşturduğu gezici Söylevci Kolları kurdurdu. Bunlar, çatışma dönemleri dahil, cephede askerlere; cephe gerisinde halka, ulusal duyguları yükselten, coşkulu konuşmalar yaptılar. Yusuf Akçura, Samih Rıfat, Mehmet Akif (Ersoy), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Mehmet Emin (Yurdakul), Tunalı Hilmi, Halide Edip (Adıvar) Söylevci Kolları’nda görev yapan ünlü konuşmacılardı.
Cephedeki askerlerin gönülgücünü (moralini) yüksek tutmak için, dinlenme anlarında izleyecekleri gezici tiyatro kolları (Seyyar Cephe Temsil Kolu) oluşturuldu. Tiyatro Kolları, dekorlarını, katırlar ya da kağnılarla, cepheye taşıyor, orada kahramanlık konularını işleyen dramlar, eğlenceli komediler sahneliyordu. Selçuklu Türkleri’ne dek giden ve Bizanslılar’la yapılan savaşlarda uygulanan bu gelenek, Kurtuluş Savaşı’nda da etkili biçimde kullanıldı. Küçük Hüseyin Kumpanyası, Otello Kazım Gurubu o günlerin ünlü cephe tiyatrolarıydı.4

Toplumsal İmece

Ankara’nın Samanpazarı semtinde demirciler, bahçe korkulukları, sabanlar ve ele geçirdikleri her çeşit hurda demirden süngü yapan üreticiler durumuna geldi. Kadın ve çocuklar, bulunabilen “soğuk ve bakımsız barakalarda”; fişek doldurmakta, sargı bezi hazırlamakta, iç çamaşırı ya da çarık dikmektedir. Üretilen mallar, yiyecekler ve değişik biçimde elde edilen silahlar, yine kadın, çocuk, hatta yaşlılarla ve deve kervanlarıyla cepheye ulaştırıldı. Ulusun tümü, görülmemiş bir imeceyle, yokluklar içinden bir ordu yaratıp onu savaşa hazırlıyordu.

Taktik Öneriler

Bu işleri başaran Türk halkı, tümüyle savaş yorgunu ve büyük çoğunluğuyla aç ve hastaydı. Köylüler topraklarını işlemek ve barışa kovuşmak istiyordu. Herkes kadar, belki de herkesten çok hasta ve yorgun olan Mustafa Kemal’di. Yüklendiği ağır sorumluluğu taşırken, hemen her şeyle ilgileniyor, bitecek gibi görünmeyen engelleri aşmak için uğraşıyordu. Gece gündüz, “dinlenme nedir bilmeden“ çalışıyordu.
Anlaşma Devletleri’nce 22 Mart 1922’de yapılan ve Yunanistan’ın hemen kabul ettiği ateşkes ile 26 Mart’ta yapılan barış önerisi bu koşullar altında geldi. Bu taktik öneri, ona Kurtuluş Savaşı’nın belki de en sıkıntılı günlerini yaşattı. Öneriler, artık açıkça görülmeye başlayan olası Türk zaferini önlemek amacıyla yapılmıştı. Bu çabaya, Nutuk’ta; “Yunan Ordusu, yeniden ve kesin sonuç verecek bir savaşa sürülemeyeceği” için, “ordumuzu atalete sürükleme, milli hükümete umut vererek bekletme ve orduyla hükümeti gevşetme” girişimi diyecektir.5
26 Mart’taki “barış önerisiyle(!)” Sevr, sulandırılarak barış adına yeniden ortaya sürülüyor ve savaştan bıkmış bir halkın barış özlemi, ulusal direnci kırmak için kullanılmak isteniyordu. Nitekim, öneriden hemen sonra, ulusal cephede gözle görülür bir gevşeme eğilimi görülmeye başlandı. Cephe gerisini, “savaşla bu işin içinden çıkamayız, bir uzlaşma yolu bulmalıyız propagandası sarmış”6 ancak çok daha önemlisi, cephede “inanç gücünde bir sarsılma” ortaya çıkmıştı. “Barış önerisi nasıl kabul edilmez? Bu nasıl olur?” diyen komutanlar vardır.7 Meclis’te Başkomutanlık yetkilerinin artık uzatılmamasını isteyen güçlü bir karşıtçılık (muhalefet) ortaya çıkmış; bunlar, orduyu başkomutansız bırakan bir karar çıkarmışlardır.8
Yatak tedavisi görecek kadar hasta”9 olmasına karşın, kalkıp Meclis’e geldi, kuşku ve eleştirilere doyurucu yanıtlar verdi; duygulu ancak kararlı bir konuşmayla milletvekillerini ikna etti.10 Cephedeki hemen tüm karargahlara giderek, her rütbeden komutanla görüştü. “Barış önerisi bir oyundur, önerinin kendisi, Yunanlılar ’a karşı zafer kazanacağımızın kanıtıdır; bundan kimsenin kuşkusu olmasın”diyordu.11
İnandırıcı görüşmelerden başka, daha etkili bir uygulamada bulundu ve taktik bir karşı öneri hazırladı. Öneride, ateşkes kabul ediliyor, ancak Misakı Milli sınırları içinde işgal edilmiş tüm topraklardan çıkılması isteniyordu. Boşaltma işlemine hemen başlanmalı ve dört ay içinde tamamlanmalıydı. Barış görüşmeleri, boşaltmayla birlikte bitmezse, Anlaşma kendiliğinden üç ay uzayacaktı.
Öneri, doğal olarak kabul edilmedi, cephedeki ve cephe gerisindeki herkes, barış önerilerinin kabul edilmemesinin yarattığı tepki nedeniyle daha direngen bir tutum içine girdi. İngiliz diplomat kurnazlığı(!) geri tepmiş; “Anlaşma Devletleri’nin, İstanbul Hükümeti’yle birlikte” Ankara’ya karşı düzenlediği “yok edici girişim ve çalışmaların yeni bir evresi”12, ulusal savaşıma güç veren bir gelişmeye dönüştürülmüştü.

Ordu Hazır

1922 yazında, ordu hazırdı. Son bir yıl içinde, içte ve dışta yoğun bir siyasi savaşım yürütülmüş ve olanaksızlıklara karşın 200 bin kişilik bir ordu kurulmuştu. Silah ve cephane bulunmuş, birlikler donatılmış ve ordu en alt düzeyde de olsa beslenebilir duruma getirilmişti. Silah gücü; 98 596 tüfek, 2 025 hafif, 839 ağır olmak üzere 2 864 makineli tüfek ve 323 topa ulaşmıştı.13
Başlangıçta gerçekleştirilmesi olanaksız gibi görünen bu miktarlarla, silah gücü olarak Yunan Ordusu’na tam olarak yetişilememişti ancak yaklaşılmıştı.
Kurtuluşun ve uluslararası saygınlığın, göstermelik barış görüşmelerinden, siyasi ödünlerden değil, savaş alanlarından geçtiğini söylüyordu. Nutuk’ta, Büyük Taarruz’a hazırlandığı dönemi anlattığı bölümde, yalnızca o günlerde değil, her dönemde geçerli olan şu düşünceleri dile getiriyordu: “Efendiler, 1922 yılı Ağustosu’na kadar Batı devletleriyle olumlu anlamda ciddi ilişkiler kurulmadı. Ülkemizdeki düşmanı silah gücüyle çıkarmadıkça, ulusal gücümüzün buna yeterli olduğunu fiili olarak göstermedikçe, siyasi alanda umuda kapılmanın yeri olmadığı yolundaki inancımız, kesin ve sürekliydi. Güçten ve yetenekten yoksun olanlara değer verilmez. İnsanlık, adalet, mertlik gereklerini; bu niteliklerin kendilerinde bulunduğunu gösterenler isteyebilir. Efendiler, dünya bir sınav alanıdır. Türk ulusu, yüzyıllardan sonra yine bir sınav, hem de bu kez, en çetin bir sınav karşısında bulunuyordu. Bu sınavda başarılı olmadan, kendimize iyi davranılmasını beklemek, bizim için doğru olabilir miydi?” diyordu.14

Tek Vuruş”

Amacı, “savaşı bir tek darbeyle bitirmekti.”15 Bu, gerçekleştirilmesi kolay olmayan çekinceli (riskli) bir amaçtı. Bütünlüğü olan, iyi düşünülmüş gerçekçi bir stratejinin belirlenmesi, bu stratejiyi yaşama geçirecek yaratıcı taktiklerin geliştirilmesi ve bunların eksiksiz uygulanması gerekiyordu. Bu güç uğraş, başkomutan olarak ancak onun yapabileceği bir işti.
Savaşı, kesin bir vuruşla bitirmeyi amaçlayarak ulusun ortaya çıkarabildiği olanakların tümünü ortaya sürüyordu. Ancak, herşeye karşın olumsuz bir sonuçla karşılaşılırsa, ulusal direnişin sürdürülebilirliğini sağlamak için önlem almayı gözardı etmiyordu. Güvenliğe önem veren ve askerlik mesleğinin çağdaş ilkelerini iyi bilen, üstelik bu ilkelere evrensel boyutta katkı koymuş bir asker olarak, tüm hazırlığını yaptı.
Gizliliğe çok özen gösteriyordu, çünkü yaptığı stratejik planın başarısı, her şeyden önce baskın biçiminde geliştirilecek ani saldırıya dayanıyordu. 27 Temmuz’da, ordulararası futbol turnuvasını izleme görüntüsüyle, Akşehir’de Ordu komutanlarıyla toplantı yaptı ve saldırı zamanını belirledi.

Gizlilik

Ankara’ya döndü. Gelişmeleri, gizlilik gereği tam olarak bilmeyen kötümser karşıtçılığı yatıştırdı. Cepheye gidip geldiğini, çok az insan biliyordu. İstanbul gazetelerine ve yabancı haber ajanslarına, sürekli olarak, ordunun saldırıya henüz hazır olmadığı söylentisi yayılıyordu. 17 Ağustos’ta, gizlice Ankara’dan ayrıldı ve Konya üzerinden cepheye gitti. Çankaya’daki nöbetçiler kimseyi içeri sokmuyordu. “Gazi’nin işi vardı!” Gazeteler, onun ertesi günü Çankaya’da bir ziyafet vereceğini yazdılar.16
Yaptığı hazırlığa ve ordusuna o denli güveniyordu ki, utkuyu (zaferi) kesin gören bir ruh sağlamlığı içindeydi. Ankara’dan ayrılacağı akşam, Keçiören’de yakın arkadaşlarıyla birlikteydi. Bunlardan biri, “Paşam ya başaramazsanız?” dediğinde, “Ne demek istiyorsun? Taarruz emrini aldığınızda hesap ediniz. On beşinci gün İzmir’deyiz” yanıtını almıştı. Zafer’den sonra Ankara’ya döndüğünde, o gece beraber olduğu arkadaşlarına, “İzmir’e on dört günde girdik. Bir günlük yanılgım var ancak kusur bende değil, Yunanlılar’da” diyecektir.17
Yunanlılar, ana saldırıyı, geniş boyutlu yığınak yapılan kuzeyden, Eskişehir’den bekliyordu. Düşüncelerinde haklıydılar. Türk Ordusunun ana gövdesi oradaydı. İngiliz istihbaratçıları, “bölgedeki Türk birliklerinin yoğun bir hareketlilik içinde” olduğunu bildiriyordu.18 Ancak, o, İzmir demiryoluna hakim durumdaki Afyon’a saldırmaya karar vermişti. Yunanlılar bu bölgeyi o denli iyi tahkim etmişlerdi ki, İngiliz mühendisleri burayı, Fransızlar’ın Almanlara karşı on ay direndikleri Verdun savunma hattına benzetiyorlardı.
Bir ay boyunca, ordunun büyük bölümünü, belli etmeden güney cephesine çekmeyi başardı. Birlikler, geceleri, “kimi zaman düşmanın birkaç yüz metre yakınından” sessizce geçerek; gündüzleri “keşif uçaklarından gizlenip, köylerde ya da ağaç altlarında dinlenerek”19 Afyon ovasına kaydırıldı.
Eskişehir cephesinde, düşmanı yanıltmak için; “gereksiz yerlerde yol yapıyormuş gibi davranılıyor”, geceleri geniş bir alana yayılarak “ateşler yakılıyor” ve gündüzleri süvariler, büyük bir ulaşım eylemi varmış gibi, atlarına iple bağladıkları çalıları sürükleyerek “yapay toz bulutları” çıkarıyordu.
Ana saldırıya kısa bir süre kala Eskişehir yönünde göstermelik oyalama saldırısı, Aydın yönüne doğru yanıltıcı bir süvari saldırısı yaptırdı. Sınırlı uçak sayısına karşın, pilotlara, düşman uçaklarının ne pahasına olursa olsun, Türk cephesi üzerine sokulmaması buyruğunu verdi. Eğitimleri bile tamamlanmamış Türk pilotlar, bu buyruğu şaşılacak bir başarıyla yerine getirdiler ve düşman uçaklarını cephe hava sahasına sokmadılar. Büyük Taarruz’un zamanını öyle hesaplamıştı ki; “Rumların Yunan Ordusu’nu beslemek için ektiği ekinler büyümüş, ancak biçilmemiş olacak; ayrıca derelerin suyu çekilmiş olacağı için” süvari birlikleri hızla ilerleyebilecekti.20

Büyük Taarruz”

25 Ağustos akşamı, Anadolu’nun dış dünyayla haberleşmesini tümüyle kesti. Karargahını Şuhut yakınlarındaki dağlık bölgeye, oradan Kocatepe arkasındaki bir tepeye taşıdı. 26 Ağustos sabahı, gün doğumuna bir saat kala, savaşı yöneteceği Kocatepe’ye geldi. “Düşüncelerine gömülmüş, konuşmuyordu. Durmadan doğuya, güneşin doğacağı ufka bakıyordu. Orada kızıl pırıltı belirip, Anadolu yaylasına güneş doğarken birden, gürleyen bir gök gibi, topçu baraj ateşi başladı. Yunan Ordusu uykusundan uyandı. Birçok komutan, o gece Afyon’da gittikleri balodan ancak iki saat önce dönmüştü.”21
Bütün komutanlara, birliklerini cephe hattından yönetmelerini emretmişti. Çevreleri, ele geçirilmesi gereken ve bir çanak gibi giderek yükselen sarp ve kayalık tepelerle sarılıydı. Her biri bir Türk tümenine hedef gösterilen bu tepeler, zirvesine dek yokuş yukarı bir hücumla alınması gerekiyordu. Çok kanlı bir savaş başlamıştı. Kuran okunarak kılınan sabah namazından sonra erler, başlarında subayları olmak üzere, bir yılda hazırlanan ve geçilemez denilen demir örgülerin, dikenli tellerin üzerine atıldılar.
Yunan mitralyözleri, dalga dalga gelen Türk askerlerini ot gibi biçti. Biraz sonra, ölüler tel örgülerin önünde ehramlar gibi üst üste yığılmış, katı toprağın yüzünde akan kanlardan kızıl gölcükler oluşmuştu. Ancak arkadan gelenler, arkadaşlarının ölüleri üzerine basarak tırmanıyor ve tel örgüleri aşıyordu. Kemalettin Sami, bu kırıma fazla bakamadı, başını çevirdi. Sonra tepeden bir imamın ezan sesini duydu. O zaman anladı ki, mevzi ele geçirilmiştir.”22

Kesin Zafer

Sabah dokuz buçukta, yani birkaç saat içinde, iki tepe dışında tüm hedefler ele geçirilmişti. Ani vuruş tam olmuştu. Yunanlılar, bir aydır kendilerine yaklaşan ve bir gece önce gizlice yamaçlardan tırmanıp yanlarına dek sokulan Türk birliklerinin varlığını, akıllarından bile geçirmemişlerdi. Büyük saldırıyla karşı karşıya olduklarını çok geç anladılar. Anladıklarında da artık iş işten geçmiş, savaşı hemen hemen yitirmişlerdi. Türk süvarileri arkalarından dolaşarak İzmir demiryolunu kesmiş ve çemberi tamamlamıştı. Koskoca Yunan Ordusu yok olmak üzereydi.
Dört gün sonra, 30 Ağustos’ta, büyük saldırı tamamlandığında, Anadolu’daki Yunan Ordusu’nun yarısı, yani yüz bin asker yok edilmiş ya da esir alınmıştı. Ordu Komutanı General Trikopis karargahıyla birlikte, tutsak edilmişti. Ordu’nun diğer yarısı, “köyleri, kentleri, ekinleri yakarak; erkek, kadın, çocuk önüne gelen herkesi öldürerek bir sürü halinde”23 denize doğru kaçıyordu. Anadolu’ya gelirken aldıkları “yok etme emrini”, kaçarken bile yerine getiriyorlardı.24
Lord Kinros, Atatürk adlı yapıtında, Yunan Ordusu’nun dağıldığı o günler için şunları aktarır: “Mustafa Kemal, karargahını savaş alanına yakın, harap olmuş bir köye taşımıştı. Onun geldiğini duyan köylü kadınları çevresinde toplanmış, ürkek ve sıkılgan tavırlarıyla, Yunanlıların kendilerine yaptıklarının öcünü almasını istiyordu. Çadırından çıkarak bir sandalyeye oturdu; üstleri başları paramparça, kan ve toz içinde gelen Yunan esirlere bakmaya başladı. Aşırı neşesi gitmiş, yerini düşünceli bir hal almıştı. Ne kadar alışık olsa da savaşın vahşiliği, bu yıkıntı sahnesi onu sarsmıştı. Yanında bulunan emir subayına, savaşların yarattığı yıkımdan ne kadar tiksindiğini açıkladı. Yerdeki bir Yunan bayrağını göstererek, kaldırılmasını ve bir tüfeğe sarılmasını emretti. Önüne getirilen esirler arasında, Selanik’ten tanıdığı bir subayı gördü. Esir Yunan subayı, omuzlarında bir işaret görmeyince rütbesini sordu. Şimdi ne olmuştu; binbaşı mı, albay mı, yoksa general mi? Mustafa Kemal, Mareşal ve Başkomutan olduğunu söyledi. Yunanlı, ‘bir başkomutanın cepheye bu kadar yakın yerde olması, görülmüş şey değil’ dedi. Gazi gülerek, ‘yakında Selanik’i alıp, bağımsız bir Makedonya kuracağız. Seni orada komutan yaparım’ dedi.”25

İlk Hedef Akdeniz”

1 Eylül’de, orduya Akdeniz’i ilk hedef gösteren ünlü bildirisini yayınladı. Subay ve erlerine duyduğu sevgi ve güveni yansıtan bu bildiride ordusuna; “zalim ve mağrur bir ordunun asli unsurlarını, inanılamayacak kadar kısa bir zamanda yok ettiniz. Büyük ve soylu milletimizin fedakarlıklarına layık olduğunuzu kanıtlıyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti, geleceğinden emin olmakta haklıdır. Savaş alanlarındaki ustalık ve fedakarlığınızı yakından görüyor ve izliyorum... Bütün arkadaşlarımın... İlerlemesini ve herkesin akıl gücü, kahramanlık ve yurtseverlik kaynaklarını yarıştırarak kullanmaya devam etmesini isterim” diyor ve “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” buyruğunu veriyordu.26
Anlaşma Devletleri, 4 Eylül’de gönderdikleri bir telgraf yazısıyla, İzmir konsoloslarının Mustafa Kemal’le görüşmek için yetkili kılındığını, görüşmenin nerede ve ne zaman yapılabileceğini sordular. Amaçları, ateşkes sağlayarak, Yunan Ordusu’nun yok olmasını önlemekti. Savaşın sonucu belli, bitiş günü ise henüz belli değildi. Alaycı bir yanıt verdi. Konsoloslarla, 9 Eylül günü Nif’de (Kemalpaşa) görüşebileceğini bildirdi. Nutuk’ta bu bildirimi aktarırken Türk Ordusu’nun başardığı işin büyüklüğünü ve subaylarına olan sevgisini şöyle dile getirmiştir: “Ben, dediğim gün gerçekten Kemalpaşa’da bulundum. Ancak, görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız İzmir rıhtımında, verdiğim hedefe, Akdeniz’e ulaşmış bulunuyordu. Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve ondan sonra düşman ordusunu bütünüyle yok eden ya da esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekatımızı açıklamak ve niteliklerini anlatmak için söz söylemeyi gerekli görmem. Her aşaması düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış bu harekat, Türk Ordusu’nun, Türk subayının ve komuta kurulunun yüksek güç ve kahramanlığını, tarihte bir daha tesbit eden ulu bir yapıttır. Bu yapıt, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz anıtıdır. Bu yapıtı yaratan bir ulusun evladı, böyle bir ordunun Başkomutanı olduğum için sevincim ve mutluluğum sonsuzdur.”27

Kanlı Hafta

Kaçış durumundaki Yunan çekilişi, bir hafta sürdü. Bu bir hafta, Batı Anadolu’nun uzun tarihi içinde yaşadığı, her halde en kanlı haftaydı. “Yunan askerleri, özellikle Anadolu’da yaşayanları”, önlerine çıkan bütün canlıları, “hareket eden herşeyi” öldürüyordu.
Türk Ordusu, “kızıl bir ölüm alevi gibi” bütün Batı Anadolu’yu kan ve ateşe boğan Yunan birliklerinin önüne geçmek, vahşeti durdurmak için hızla ilerliyor, Yunan Ordusu ise sanki “işlediği suçlardan kurtulmak ister gibi” kaçıyordu. Afyon İzmir arasındaki 350 kilometre adeta bir sürek avı haline gelmişti. Türk piyade birlikleri, aşırı sıcak altında zaman zaman koşuyor, cinayetleri önlemek için kimi zaman verilen emirleri bile duymuyordu.
Türk Ordusu, bütün çabalarına karşın, yol üzerinde dumanları tütmekte olan kent ya da köylerin yıkıntılarına yetişebildi. “Uşak’ın üçte biri yok olmuş, Alaşehir’den geriye, dağın yamacında yanık bir çukurdan başka bir şey kalmamıştı. Tarihi kent Manisa’nın on sekiz bin yapısından, yalnızca beş yüzü ayakta kalmıştı.”28

Ülke Kurtarılıyor

31 Ağustos’ta Uşak, 2 Eylül’de Alaşehir, 5 Eylül’de Turgutlu, 6 Eylül’de Manisa yakıldı. Türk Ordusu, bütün çabasına karşın, birer gün arayla bu kentlere yetişti. 4 Eylül’de Söğüt, Buldan, Kula, Alaşehir; 5 Eylül’de Bilecik, Bozüyük, Simav, Demirci, Ödemiş, Salihli; 6 Eylül’de Akhisar ve Balıkesir; 9 Eylül’de İzmir, 10 Eylül’de Bursa kurtarıldı.
8 Temmuz 1920’de, Bursa’nın işgali nedeniyle, Meclis kürsüsüne örtülen ve ancak kurtuluştan sonra kaldırılmasına karar verilen siyah matem örtüsü, duygulu bir törenle “gözyaşları arasında” kaldırıldı.29

Yunan Vahşeti

Yunan askerleri, aldıkları emre uyarak “Hıristiyan aileleri de önlerine katıp götürmüş, Türkler’in elinde tek bir sağlam dam bırakmamak için, evlerin tamamına yakınını yok etmişti.” Dizginlenemeyen bir kin ve düşmanlık içinde, denetlenemez bir vahşetle “yakma, yıkma, yağma, ırza geçme, ne varsa hepsini yaptılar.”30 Rumbold, İzmir Konsolosundan aldığı rapora dayanarak, Lord Curzon’a, “birbirlerini bile parçalayacaklar. Yaşananlar, insanı tiksindiren bir barbarlık ve canavarlık rekorudur” diyordu. Türkler’e barbar diyen Yunanlılar, “bütün barbarlık ölçülerini aşmışlardı.”31
Uygulanan vahşet o denli insanlık dışıydı ki, “yuvaları yakılan ana baba, kardeş ya da çocuklarını yitiren Türk halkı”, çaresiz bir öfke içinde büyük bir acı yaşıyordu. Her zaman sevecen, “yumuşak yürekli ve merhametli” Anadolu kadınları, esir kafilelerinin peşine düşüyor, Türk askerlerine, “hiç olmazsa birini verin, öldüreyim” diye yalvarıyordu.32

Mustafa Kemal’e Sevgi

Türk milleti, doğrudan varlığına yönelen saldırıyı durdurarak özgürlüğünü sağlayan Mustafa Kemal’e, büyük saygı ve kuşaklar boyu sürecek, içten bir sevgi duymuş; bu sevgiyi, her fırsatta göstermiştir. Çanakkale’den beri ülkenin her yerinde, olağanüstü öykülere dönüşen kahramanlıkları, dilden dile dolaşan adı, bir efsane halinde Anadolu’nun en uzak köylerine, sahipsiz mezralarına dek yayılmıştı. Türk insanı için o, herşeyin üstesinden gelen, hem kendilerinden bir parça, hem de gizemli bir destan kahramanıdır.
Ceyhun Atuf Kansu, onun düşüncelerini ve halkla kurduğu ilişkiyi, büyük bir ustalıkla aktarır. “Atatürkçü Olmak” adlı yapıtında, Ankara’nın Kurtuluş Savaşı günlerinde yaşanmış olayları anlatır. “Karaoğlan Çarşısı” bölümünde şunlar yazılıdır: “Karaoğlan Çarşısı’nın en anlamlı, en halkçı saatleri, onun ölüm-kalım düğümlerini çözdüğü arkadaşlarıyla birlikte, çarşıdan geçtiği saatlerdi. O zaman, ‘ses’ bekleyen ‘sessiz’ bir halk kalabalığı meydanı doldurmuş olurdu. Meclis’in önünden İstasyon’a doğru akan bir Ankara ikindisinde, çarşıda, ara sokaklarda, Ahi Ankara’nın çalışılmış gün sonlarından inen bir halk, onu beklerdi. Arkalarında, çarşaflı, yaşmaklı bir kadın kalabalığı, umut ve özlemle dolu halk kadınları, kalpaklı önderlerine bakarlardı. Onun en güzel sözü, kalpağına doğru kalkmış sağ eliyle verdiği selamdı. ‘Selam sana Anadolu halkı’ der gibi, bazen faytonla, bazen o eski, üstü açık otomobiliyle, halkın arasından Ziraat Okulu’na, ya da İstasyon’a giderdi. Bir Ankara akşamı iner, halk evlerine dönerdi.”33

DİPNOTLAR

  1. Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri-IV” Kaynak Yay., 3.Bas, 2001, sf.101
  2. Anadolu İhtilali” S.Selek, II.Cilt, Kastaş A.Ş. Yay., 8.Bas., 1987, sf.685
  3. Atatürk’ün Bütün Eserleri”11.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.391
  4. Mustafa Kemal ve Milli Mücadelenin İç Alemi” Evner Behnan Şapolyo, İnkilap ve Aka Kit., İstanbul-1967, sf.66 ve 68
  5. Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, T. T. K. Yay., 4.Bas., 1989, sf.865
  6. Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Betaş A.Ş. İst.-1980, sf.305
  7. a.g.e. sf.305
  8. Atatürk” L.Kinross, Altın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.357
  9. a.g.e. sf.357
  10. a.g.e. sf.357
  11. Çankaya” F.R.Atay, Betaş A.Ş. İstanbul-1980, sf.305
  12. Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, T. T. K. Yay., 4.Bas., 1989, sf.869
  13. Büyük Türk Zaferi” General Fahri Belen; ak. Ş.S.Aydemir “Tek Adam”, II.Cilt., Remzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf.507 ve S.Selek “Anadolu İhtilali”, II.Cilt., Kastaş A.Ş. Yay., 8.Bas., İst.-1987, sf.718
  14. Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt., T. T. K. Yay., 4.Bas., 1989, sf.861-863
  15. Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf.511
  16. Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, T. T. K. Yay., 4.Bas., 1989, sf.899
  17. Çankaya” F.R.Atay, Betaş A.Ş. İst.-1980, sf.309
  18. Atatürk” L.Kinross, Altın Kit. Yay., 12 Bas., İst.-1994, sf.366
  19. a.g.e. sf.367
  20. a.g.e. sf.367
  21. a.g.e. sf.367-368
  22. a.g.e. sf.369
  23. a.g.e. sf.370
  24. a.g.e. sf.370
  25. a.g.e. sf.371
  26. Atatürk’ün Bütün Eserleri” 13.Cilt., Kaynak Yay., İst.-2002, sf.234
  27. Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, T. T. K. Yay., 4.Bas., 1989, sf.903
  28. Atatürk” L.Kinross, Altın Kit. Yay., 12 Bas., İst.-1994, sf.375
  29. Tek Adam” Ş.S.Aydemir, II.Cilt, Remzi Kit., 8.Bas., 1981, sf.538-539
  30. Atatürk” L.Kinross, Altın Kit. Yay., 12 Bas., İst.-1994, sf.376
  31. a.g.e. sf.376
  32. Çankaya” F.R.Atay, Betaş A.Ş., İst.-1980, sf.332
  33. Atatürkçü Olmak” C.A.Kansu, Bilgi Yay., 2.Bas., 1996, sf.139-140

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder