27 Haziran 2014 Cuma

KÜRESELLEŞME VE YAYILAN KARMAŞA

Günümüzde açığa çıkarılması gereken ana sorun, kürselleşme adıyla yaşanmakta olan sürecin, toplumsal gelişimin nesnelliğine uyan ve insanlığı ileri götüren bir olgu olup olmadığıdır. Küreselleşme, toplumsal gelişime ve yaşama uygun ileri bir gelişme mi, yoksa gelişimini tamamlayarak asalaklaşan bir düzenin ilerlemeye ayak diremesi mi? Küreselleşme, söylendiği gibi “insanlığın altın çağa girişi” mi, yoksa; insanları kimliksizleştiren, doğayı yok eden, savaş ve açlığın yaygınlaştığı bir karmaşa düzeni mi? Sorulara verilecek doğru yanıt geleceğimizi belirleyecek adımları atmamızı sağlayacaktır.


Dünya Küçülüyor Ama Bütünleşemiyor

İnsanlar ve toplumlar arasında, bugüne dek hiçbir dönemde görülmeyen bir ilişki yoğunlaşması yaşanıyor. Dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkan bir olay, uydu ve bilgisayar teknolojisi, telefon ve bilgi–işlem merkezleriyle aynı anda dünyanın her yerine ulaşıyor. İletişim yoğunlaşması aynı zamanda baskı ve bozulmayı da yayıyor. Üretimin yerini para ticareti, kültürün yerini yozlaşma, dayanışmanın yerini bireycilik alıyor. Tanıtımcılık (reklâmcılık), yüzdelikçilik (komisyonculuk), danışmanlık, borsa aracılığı (simsarlığı) ve lobicilik günümüzün kolay ve çok para kazanılan işleri haline geliyor.
Büyük devletlerce yönlendirilen ekonomik, politik ve kültürel etkinlikler; önem ve boyutuna göre yalnızca ortaya çıktığı ülkeyi değil, değişik oranlarda birçok ülkeyi etkisi altına alıyor. Ülke sınırları artık savaşla değil, akçalı ve siyasi güçle değiştiriliyor. Soğuk savaş döneminin barış dengeleri bozuluyor ve askeri bloklarla oluşturulan güvenlik kuşakları ortadan kalkıyor. Ekonomik çatışmanın yarattığı gerilimler politik alana yayılıyor ve ekonomik birliktelikler kendi askeri gücünü oluşturuyor. Dünya küçülüyor ama bütünleşemiyor.
Ülke ekonomileri küresel işleyişe bağlandıkça uluslar, bölgeler ve kentler birbirine yakınlaşmıyor, tersine her yönden uzaklaşıyor. Küresel ekonomi, toplumsal çözülmeyi hızlandırıyor. İnsanlar kimliklerini yitiriyor ve kendi yaşam çevrelerine yabancılaşıyor. İnsanlar ayrımında (farkında) olsunlar ya da olmasınlar, anlasınlar ya da anlamasınlar; karar ve uygulama süreçlerine katılmadıkları, kendilerinden çok uzaklarda oluşturulan politikaların etkisine giriyorlar. Dünya, şimdiye dek hiç olmadığı ölçüde, karışık ve karmaşık bir döneme giriyor. Amerikalı ekonomistler Richard Barnet ve Cohn Cavanagh, küreselleşmenin yarattığı ortam için şu saptamayı yapıyor: “Şirketler yerel, ulusal ve uluslarüstü düzeyde politik kurumların sınırlarını aştıklarından, ulusal önderler ekonomik konular üzerindeki denetimlerini giderek yitirmektedirler. Sonuçta dünya, uygar çağda eşi benzeri görülmemiş bir yetki bunalımıyla karşı karşıya gelmektedir.”1
Dünyanın küçülmesinden çok söz ediliyor ancak ülkelerarası eşitsizliği ele alan olmuyor. Küresel ekonomiye yön veren güçlüler, kendilerini üstün seçkinler olarak görüyor. Dünyanın tek bir pazar haline gelerek bütünleşme sürecine girdiği söyleniyor ancak bu süreç bütünleşmeyi değil, politik ve toplumsal dağılmayı hızlandırıyor. Toplumsal ilişkiler, aile bağları ve ulusal kimlikler, küresel ‘kültür’ piyasasının düzeysiz ürünleri tarafından yozlaştırılıyor. Uluslararası güç merkezlerine karşı kendilerini koruyamayan ülkeler, bölünme ve parçalanma ile karşı karşıya kalıyor.

Küreselleşme: Uygarlık mı, Yozlaşma mı

Olayların birbirini etkilemesi ve gücün egemenliği, tarihin her döneminde vardı, bugün de var. Doğal ya da toplumsal yaşamda her süreç, kendinden önceki süreçten etkilendi, sonrakini etkiledi ve sönüme giden her dönem bir başka dönemin başlangıcı oldu. Kendiliğinden gelen ve kendi kurallarını kendisi yaratan insan istencinden (iradesinden) bağımsız bu nesnel devinim, doğal yaşamın özünü oluşturdu. Bu öz, toplumsal yaşam için de geçerliydi; ne zamanı gelmeyen yeni bir düzen yaratılabildi, ne de doğal yaşamı tükenmemiş toplumsal ilişkiler ortadan kaldırılabildi.
Bugün açığa çıkarılması, daha doğru bir deyişle, insanların bilgisine sunulması gereken ana sorun; küreselleşme adıyla yaşanmakta olan sürecin, toplumsal gelişimin nesnelliğine uyan ve insanlığı ileri götüren bir olgu olup olmadığıdır. Küreselleşme, doğaya ve yaşama uygun ileri bir gelişme mi, yoksa gelişimini tamamlayarak asalaklaşan bir düzenin, değişime ayak diremesi midir? Bu soruya açık bir yanıt verilmesi gerekir.
Toplumsal ilişkilerin, buna bağlı olarak politikanın düzey ve niteliğini, ekonomik işleyişin aldığı biçim belirler. Bu biçim, aynı zamanda siyasi demokrasinin gelişkinlik düzeyinin de belirleyicisidir.
Toplumsal yaşamın uyumlu ve sürekli bir gelişme içinde olması için, ekonomik yapıyla siyasi düzen arasında birbirini bütünleyen bir dengenin sağlanmış olması gerekir. Bu denge, üretimin ve üretici güçlerin özgürce gelişebileceği koşulların yaratılmasıyla korunabilir. Geçerli siyasi düzen, yaşam süresi dolan eski ilişkileri korumaya çalışıyorsa, gelişim önünde aşılması gereken engel durumuna gelmişse, baskı ve şiddete dayanıyorsa, bu düzen yaşam süresini doldurmuş demektir ve değişmesi kaçınılmazdır. Değişim er ya da geç gerçekleşecek ve insanlığın genel gelişimine olanak veren yeni bir düzen kurulacaktır. Tarihte hep böyle olmuştur.

Küreselleşme Yayılıyor: İnsanlar Yoksullaşıyor, Baskı Artıyor

Toplumsal dönüşüm ve siyasi düzen değişikliği insan isteğine bağlı olmayan nesnel zorunluluklardır. İnsanlar başlangıçta bu zorunluluğun bilincinde olmasalar da, toplumsal koşullar insanlarda bu bilinci yaratır ve onları, nesnel gerçeğe uygun davranarak değişimi gerçekleştiren bir eylem içine sokar. Yaşamın sürekli gelişimine denk düşen bu eylem, karşısına çıkan tutucu engelleri ortadan kaldırır ve insanlığı ileri götüren devrimci bir eyleme dönüşür.
Küreselleşme ideolojisinin kuramsal çerçevesi; değişim, yenileşme ya da ilerleme gibi tanım ve savlar üzerine oturtulmuştur. Tarihin Sonu, Sanayi Ötesi Toplumların Kurulması ya da Post–Modern Çağa Geçiş gibi yaklaşımlarla küreselleşmenin kuramını oluşturmaya çalışan “ideologlar”, ileri sürdükleri görüşlerde sürekli bu tanımları kullanmışlardır. “Küreselleşme çağın zorunlu bir gereğidir”, “Küreselleşmeye karşı çıkmak tutuculuktur”, “Küreselleşmeye hiçbir güç karşı koyamaz”... Söylenenler bunlardır ve bu söylemlerin olağanüstü yoğunlukta propagandası yapılmaktadır.
İşsizlik ve yoksulluğun yaygınlığı, gelir dağılımındaki aşırı dengesizlik, sosyal güvensizlik, silahlanma yarışı ve savaşlar; ileri sürülen tezleri yadsıyor, gerçeklerin çok ayrımlı olduğunu gösteriyor; küreselleşme ideologlarının gösterişli “kuramını”, kaba bir yaymaca durumuna düşürüyor.
İleri sürülen görüşler, kuşkusuz yaymaca düzeyinde bırakılmıyor. Akçalı ve siyasi karışmalar ve dayatılan programlarla, özellikle azgelişmiş ülkelerde, toplumsal ilerleme yönündeki tüm birikim ve eğilimler ortadan kaldırılıyor. Yoğun bir baskı, tüm dünyaya yayılıyor. Güce dayalı saldırgan tutum, küresel politikanın belirleyicisi oluyor. Kalkınma ve gelişmenin vazgeçilmezi olan ulus–devlet yapısı bozulmaya uğratılıyor; yozlaşmanın adı değişim, bozulmanın adı yenileşme oluyor. Baskı ve şiddetle sağlanan ve ayakta tutulmaya çalışılan küresel düzen, dünya uluslarının gelişimi önünde, ortadan kaldırılması gereken engel durumuna geliyor. Gelişimin doğal evrimi, engellenmeye, insanların ve ulusların yaşanmamış gelecekleri ellerinden alınmaya çalışılıyor. Ve bunların tümü; değişim, yenileşme ya da ilerleme gibi tanımlar kullanılarak, demokrasi ve özgürlük adına yapılıyor. Küresel politikaları tekelci şirketlerin belirlediği, üretimden çok getirimci (rantiye) kazançlarının ekonomiye yön verdiği ve üretici güçler üzerinde ağır bir baskının oluşturulduğu bir dünyada; sürekli yinelenen ve sonuçları ortada olan, demokrasi ve özgürlüğün neyin ve kimin özgürlüğü olduğunu herkesin ama öncelikle yoksulların görmesi gerekir.

Güç ve Şiddet

Gelişimin doğal evrimiyle siyasi çatışmanın olduğu yerde güç ve şiddet de vardır ve gücün tarih içinde her zaman önemli bir işlevi olmuştur. Bu anlamıyla güç ve şiddet, hem gelişimin hem de tutuculuğun kullandığı bir araç olmuştur. Eskiden gelen ayrıcalıklarını yitirmek istemeyenler gibi, eşitsizliklere ve haksızlıklara karşı direnenler de, sonunda güce başvurur. Bu çatışma her zaman, gelişimin önünde engel oluşturan tutucu ve baskıcı geleneklerin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanır ve insanlık sürekli olarak gelişir. Toplumsal gelişmeyi kaçınılmaz kılan niteliksel öz budur.
Günümüzde güç ve şiddetin kapsamı genişlemiş ve teknolojik gelişimin sağladığı olanaklarla toplumsal yaşamın hemen her alanına yayılmıştır. Bugünün güç kavramı artık, yalnızca politik teröre bağlı silahlı şiddetle sınırlı değildir. Silah, düzenin ayakta tutulması için ana unsurdur ve gerektiğinde kullanılmaktan çekinilmez. Ancak yeğlenen, silahlı şiddetin gizlenmesi ve küresel işleyişin “barışçıl” yöntemlerle sürdürülmesidir. Bu amaçla; ekonomik, mali ve kültürel alanlara geniş kapsamlı “barışçı saldırılar” yöneltilmiş ve yaratılan karmaşa ortamında bilgiden koparılmış insanlar, kendi çıkarlarıyla çelişen uygulamalar içine sokulmuşlardır.
Çok yönlü yaymacayla (propagandayla) toplumun tümüne yöneltilen kültürel saldırı, düşünsel yıkım düzeyine vararak kitleler üzerinde silahlı saldırıdan daha etkili olmaktadır. Burada artık söz konusu olan yalnızca “hapishane” ya da “toplama kamplarının” varlığı değil, ülkenin tümünün açık şiddetin gizlenmeye çalışıldığı bir “toplama kampı” haline getirilmesidir. Fransız Siyaset Bilimcisi Jean-Marie Domenach, politik propagandanın kitleler üzerinde kurduğu baskıyı: “Çağdaş totalitarizm” olarak tanımlarken şunları söylemektedir: “Çağdaş totalitarizmin güçlerinin sıralanışında ilk sıra, tartışma götürmez bir biçimde politik propagandadır. Propaganda polisten önce gelir... Politik propaganda da devlet ya da para güçlerinin elinde, kitlelerin gizilgüç (potansiyel) etkisini durdurmak, uyutmak ve kendi yararına kullanmak için en güçlü araçtır.”2 Politik propagandanın gücü konusunda Bertrand Russel’ın görüşleri ayrımlı değildir: “Propaganda eğer, toplumun hemen tümünde ortak bir görüş yaratabilirse, karşı konulamaz bir yönetim erki doğurabilir.”3

DİPNOTLAR

1 “Küresel Düşler” R.J.Barnet-J.Cavanagh, Sabah K., 1995, sf.331
2 “Politika ve Propaganda” Jean-Marie Domenach Varlık Y., İst.1969, sf. 4; ak. Prof.Dr.Ç.Yetkin “İktidar” Süreç Yay. 1987, sf.54
3 “İktidar” Bernard Russel, sf. 2; ak. a.g.e. sf. 54

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder