5 Şubat 2014 Çarşamba

TÜRK YÖNETİM GELENEĞİ VE KATILIMCILIK



“Antik Çağ Ege ve Roma Uygarlıkları” ile “Demokrasi ve Parlamentoların Ortaya Çıkışı” yazılarında, Batı toplumlarındaki devlet biçiminin (demokrasinin) oluşumu incelendi. “Türk Yönetim Gelenekleri ve Katılımcılık” başlıklı bu yazı ise, okuyucunun toplumlararası ayrımı görmesi amacıyla hazırlandı. Eşitliğin ve katılımcılığın Batı toplumlarında oluşup kurumsallaştığına olan yaygın kanının, gerçeği yansıtmadığı bu üç yazı birlikte değerlendirildiğinde açıkça görülecektir. Özgürlüğe yönelik türe (adalet) duygusunun topluma egemen kılınarak devlet politikası durumuna getirilmesi, eski Türklerdeki yönetim biçiminin temel özelliğidir. Bu İslamiyetten önce de böyleydi, sonra da böyledir. Türkler, Batı toplumları gibi köleci düzeni yaşamadı ve devleti başından beri toplumun tümünü temsil eden toplumsal bir güç yaptı. Bu tutum, onlara daha katılımcı, eşitlikçi ve daha özgürlükçü yönetim biçimlerini kurabilme olanağını verdi. Batılılar bunu, sınıfsızlığın ve mülkiyetsizliğin yarattığı geriliğin göstergesi saydı. Oysa, bu düzen söylenenlerin tam tersi; her köken ve dinden geniş kitleleri kapsayan, onlara kendilerini geliştirme ve ifade etme olanağı veren demokratik bir içeriğe sahipti. İnsanlara, yaşanabilir eşitlikçi bir ortam sunulmuştu.


Tarihe Bakış

Uzun bir geçmişe dayanan toplumsal gelişim, tüm zamanları kapsayan ve aynı niteliği açıklayan bir tanımla açıklanamaz. Toplumsal gelişim, zamanla sınırlı, tek bir olgu değil, değişkenlik içeren bir süreçler bütünüdür. Doğada olduğu gibi toplumda da yaşanan sürekli değişim, olay ve olguları sınırsız ve kesintisiz bir ilerleme içine sokar. Bu nedenle, tarihsel olayların, gerçekliğine zarar vermeden tanımlanmasını güç ve karmaşık bir uğraş haline getirir.
Her olay kendisini yaratan ya da etkileyen sonsuz sayıdaki olayla ilişkilidir. Olay ve olguların tümünü, aynı anda ele alıp bilimsel çalışmaya konu yapmak, üstelik bunu geçmişte yaşanmış olaylar, yani tarih için yapmak, olanaksızdır. Bilime, soyutlama yöntemi’nin (bir bütünün bir niteliği ya da bir ilişkisi üzerinde özellikle durup, öbür ögelerini gözönünde bulundurmama) girmesi, bu güçlük nedeniyle olmuştur.
Günümüzde yaşadığımız olaylar, tarihin en son, en yeni ve en ileri gelişmeleridir ancak toplumsal oluşumun binlerce yıllık birikimini içinde taşır. Toplumun belleğini oluşturan bu birikim, ne denli sönüme gidiyor olsa da, etkisini bugün de sürdürmektedir. Bu nedenle tarih, yok olan bir geçmiş değil, bugüne biçim vererek canlılığını koruyan ve geleceğe yön veren, yaşayan bir güçtür.
Tarihçilerin Türkiye ve Orta Asya’da gerçekleştirdiği yapısalcı-işlevci (strüktüralist-fonksiyonel) bir araştırma; günümüz Anadolu Türkmenleri’nin, 11.yüzyıl Anadolu Türkmenleri’nin kültür özelliklerini, yüzde 39 oranında koruduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu oran Orta Asya’daki Merv Türkmenleri’nde yüzde 69’a çıkmaktadır.1 Tarihsel birikimin günümüze dek yaşanan gerçekler olarak varlığını sürdürmesi, Türklerde belki daha yüksek oranlıdır ancak tüm toplumlarda bu özellik vardır.

Batı-Doğu Ayrımı

Batının kökleri köleciliğe giden çıkarcılığı, bireyselliği ve şiddete yatkınlığı ile Doğunun paylaşımcılığı, toplumculuğu ve barışçılığı; yalnızca bugünün gerçekleri değil, binlerce yılda oluşmuş özelliklerdir. Bu özellikler, insan davranışlarıyla sınırlı kalmamakta, yönetim biçimlerine ve uygulanan politikalara, hemen aynı niteliklerle yansımaktadır.
Dünya, her dönemde olduğu gibi bugün de değişim sancıları yaşıyor ve ileri doğru yenileşme sürüyor. Eğer insan eylemi, yenileşmeye yön verip onu hızlandıracak ve en sancısız biçimiyle gerçekleşmesine katkı koyacaksa, geçmişi bilmek, bugünü anlamak ve tümünü birden kavramak zorunludur. Her alanı kapsaması gereken bu kavrayış, esas olarak yönetim sistemleri ve siyasal yapılanmalar üzerinde yoğunlaşmalıdır.

Yönetim Biçimi

Türk toplumlarında, siyasi düzene yön veren yönetim yapılanması, dönemlere ve dönemlerin yarattığı koşullara uygun olarak, son derece değişik yöntem ve biçimler içerir. Dünyanın çok geniş bölgelerinin ele geçirilmesi, çok sayıda uygarlıkla ilişki kurulması ve egemenlik alanlarında başlangıçta nüfus olarak azınlıkta kalınması; özü değişmemek koşuluyla değişik yönetim biçimlerinin yaratılmasını zorunlu kılıyordu.
Koşul ve olanaklar, en ince ayrıntısına dek değerlendiriliyor; yönetilecek insanların benimseyeceği, gerçeklerle uyumlu, hizmet üreten ve iyi işleyen, güçlü yönetim örgütleri kuruluyordu.
Bu büyük girişim, salt askeri güç ve baskıyla gerçekleştirilebilecek bir iş değildi ve konuyla ilgili nitelikli bir birikimi, gelişkin bir kültürü gerekli kılıyordu. İnsanların yaşam gereksinimlerine, gelişim isteklerine, temsil haklarına yanıt veren ve insanı temel alan bir yönetim yapısı geliştirilmeli ve bu yapı, ödünsüz biçimde korunmalıydı. Türkler, bunu hemen her dönemde ve yüksek nitelikte başardılar ve yönetim biçimleri konusunda sıradışı bir yaratıcılık ve üretkenlik içinde oldular.

Köleciliği Yaşamamak

Türkler, Batı toplumları gibi köleci düzeni yaşamadı ve devleti başından beri toplumun tümünü temsil eden toplumsal bir güç yaptı. Bu tutum, onlara daha katılımcı, eşitlikçi ve daha özgürlükçü yönetim biçimlerini kurabilme olanağını verdi.
Batılılar bunu, sınıfsızlığın ve mülkiyetsizliğin yarattığı geriliğin göstergesi saydı. Oysa, bu düzen söylenenlerin tam tersi; her köken ve dinden geniş kitleleri kapsayan, onlara kendilerini geliştirme ve ifade etme olanağı veren demokratik bir içeriğe sahipti. İnsanlara, yaşanabilir eşitlikçi bir ortam sunulmuş ve bu ortam Batılıların Doğu üzerinde egemenlik kurduğu döneme dek korunmuştu.
Ayrıca toplumsal yapı, ne sınıfsız ne de mülkiyetsiz’di, toplumu ve insanı esas alıyordu. Bu gerçeği bilen Atatürk, “Türkler’in demokratik niteliklerden yoksun” olduğunu2 ileri süren görüşleri yadsımış ve “Türkler’in ruhen demokrat doğmuş bir millet olduğuna, hatta dünya üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan milletler arasında ruhen demokrat olan tek millet olduğuna inanıyorum” demiştir.3
Türkler’in toplum düzeni; Batılıların köleci, feodal ve onların bir ürünü olarak kapitalist toplum biçimlerinde olduğu gibi, hem yönetenleri hem de yönetilenleri, kendilerine olduğu kadar insanlığa da yabancılaştıran, bir düzen değildi. Türk toplumu böyle bir dönem yaşamamıştır.
Batıda, yönetilenler yöneten için, Türkler’de ise, yönetenler yönetilenler için vardı. Örneğin, Fransa Kralı 14.Louis (18.yüzyıl), “devlet benim. Uyruklarımın canı ve malı benimdir”4 derken; Orhun Yazıtları’nda Bilge Kağan (8.yüzyıl), “Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım”5 diyordu. Üstelik Bilge Kağan’ın yönetimle ilgili sözleri, yalnızca ona özgü bir yaklaşım değil, Türkler’in toplumsal özellikleri nedeniyle edindikleri ve yönetim işleyişine olduğu kadar kişisel davranışlarına da yansıttıkları, köklü bir gelenek, yerleşik bir ahlak anlayışıydı.
Bu anlayış, Türkler’in yaşam biçiminde varlığını sürdürdüğü gibi, hemen tüm yazılı belgelerde sürekli yinelenmişti. Örneğin, Tanyukuk Yazıtları’nda konu duygulu bir biçimde ele alınmış ve şunlar söylenmişti: “Geceleri uyumadan, gündüzleri oturmadan, kızıl kanımı akıtarak (halka y.n.) hizmet ettim. Uzak yörelere devriyeler gönderdim. Yerli yerine keşif kuleleri kurdurttum... Tanrı esirgesin, Türk halkı içine zırhlı düşmanların akınına izin vermedim. Kazanmasaydım devlet de halk da olmayacaktı. Kazandığım için, devlet devlet oldu, halk halk oldu.”6

Adalet ve Eşitlikle Güçlü Olmak

Eski Türkler’de yönetim gücünü elinde bulunduranlar, toplumun saygı gösterdiği bu gücü kullanırken dikkatli davranırlar, adil olmağa çalışırken otorite zafiyeti doğurabilecek bir güçsüzlük içine düşmezlerdi. Yönetim gücünü bölmeden, paylaşımcılığın yol ve yöntemini bulur ve bu yöntemi, devlet işleyişine yerleştirirlerdi.
Varsılların ya da yönetim gücünü kullananların yaşam biçimi, toplumun ortalama değer ölçülerinden çok farklı olmazdı. En üstten başlayarak halka dek ulaşan ve yönetim işleyişinde katılımcılığı sağlayan kurumlar vardı. Bu kurumların en üstünde yer alan hakan’ın durum ve davranışları, giysileri, zevkleri sıradan insanlardan pek de ayrımlı değildi.
Örneğin, Roma İmparatorluğu’nu sarsan, onun yıkımına yol açan ve döneminin “dahi komutanı” olarak ünlenen Attila için, onu ziyaret eden Romalı General Priskus şunları söylemiştir: “Hunlar’ın Kralı, gücünün doruğundayken ve görkemli bir saraya sahipken bile, yalnızca tahta bir kupadan içki içer ve tahta kaplarda yemek yer, basit giysiler giyerdi. Öyle ki, halkın giydiklerinden tek farkı, giysilerinin daha temiz olmasıydı.”7

Kölecilik ve Toplumsal Korku

Türk toplumunda, köleciliğin sistemleşerek yerleşik bir kurum durumuna gelmemesi, toplumu ayakta tutan üretim ilişkilerinin ve bu ilişkilerin belirlediği yaşam biçiminin doğal sonucuydu. Batıda, köle emeğinin ürettiği değere güç kullanılarak el konması, çabuk ve kolay bir varsıllık yaratıyordu ancak yeğinliği (şiddeti) de toplumun temel öğesi yapıyordu.
Yeğinliğin egemenliği, ölene dek çalışan köleler kadar, çalışmayarak yaşamdan kopan yöneticileri de etkisine alıyor, korku içinde yaşayan bu insanlar birbiriyle uzlaşmaz düşmanlar durumuna gelerek; doğaya, topluma ve kendilerine karşı yabancılaşıyordu; devlet, yabancılaşmanın ve yeğinliğin en etkili aracı olmuştu.

Türk Yönetim Düzeni

Türk toplumlarında devlet yapısı ve yönetim biçimi; Batıdan çok başka öncelikler, özellikler ve anlayışlar üzerine kurulmuştu. Kut adını verdikleri yönetim düzeninin, kurucusu ve koruyucusu gördükleri devlete, büyük saygı gösteriyor ona il diyorlardı.
İl’in başındaki Kağan, bir hükümdardan çok, “yüksek bir işyardıydı (görevli). Devlet, Türkler için, “toplumda düzen ve güveni sağlayan; eşitliği, doğruluğu ve hukuku geçerli kılan; dışa karşı bağımsızlığı koruyan, etkili ve güçlü, vazgeçilmez bir örgüttü.”8
Kağanlar, halkın kamu düzenine ve devlete olan saygısını üzerinde toplayan, bu nedenle buyruklarına sıkıdüzenle (disiplinle) uyulan önderlerdi. Devleti, toplumsal yaşamın gereklerine ve töre’lere uygun olarak yönetmekle yükümlüydüler. Yerinin hakkını verip halkın güvenini kazandıklarında, hem kendilerinin hem de devletin saygınlığını yüceltir ve benzeri olmayan bir yönetim gücüne sahip olurlardı.
Yönetim biçimine yön veren töre; toplumda kabul gören sosyal birikimler, gereksinimlere yanıt veren yeniliğe açık gelenekler ve halk toplantılarında kabul edilen yasaların genel toplamıdır. Türkler için önemi yaşamsaldır. “Ülke’den geçilir, töreden geçilmez” atasözü9, ona verilen önemi ve ülkenin ancak töreyle var olabileceğini gösteren bir özdeyiştir.
Töreyi güncelleştiren ve onun uygulama koşullarını belirleyen buyruklar, halkın katıldığı toplantılarda kabul edilir. Bu toplantılar halka, hem yönetime katılma, hem de onu denetleme hakkı sağlardı. Asker ya da sivil, her kesimde ve değişik nitelikte halk toplantıları yapılır, yaptırım gücü olan bu toplantılar, kurumsallaşarak yönetim işleyişinin temelinde yer alırdı.10

Kurultaylar ve Katılımcılık

Devlet politikasını belirleyen önemli kararlar, silah taşımaya ya da savaşma yeteneğine sahip herkesin katıldığı Kurultay’larda alınırdı. Kurultay toplantılarına, savaşlara katılma yeterliliğinde oldukları için kadınlar da katılıyordu.11
Hititlerde yönetim deneyimine sahip yetkililerin katıldığı Pankuş adı verilen bir meclis vardı. Bu meclis hükümdarın yetkilerini kısıtlıyor ve uygulamalarını denetliyordu. Hükümdardan sonra meclise karşı sorumlu en üst yetkili, tavanna denilen hakanın eşiydi.
Hitit tarih yazıcıları, yönetim olaylarını ve savaşları hiçbir hükümdara bağlı kalmadan özgürce yazabiliyor ve yansız tarih yazıcılığının ilk örneklerini veriyorlardı.12
Yönetim organlarında yer alan ve bürokratik işleyişi düzenleyen devlet yetkilileri, görevlerini yaparken; toplum yararını, devleti ve halkın çıkarlarını korumayı herşeyin üzerinde tutar, bunun için de, uygulamalarda kurultay kararlarını esas alırdı.
Yönetimin en üstündeki kağan’a bağlı olarak çalışan, katılım yetkileri yüksek beyler bulunurdu. Batı Göktürkleri’nde şadapit adı verilen bu üst yöneticilerin atamalarında, bilgi ve yeterliliğe özel önem verilirdi. Yönetimde sürekliliği sağlamaları için şadapitler, genellikle yönetim deneyimi olan ailelerden seçilirdi.
Devlet görevleri, babadan oğula geçen bir hak değildi. Ancak yönetici ailelerinin çocukları, eğitim ve yetişme biçiminin yarattığı birikim nedeniyle, hemen her zaman atandıkları görevlerde başarılı olurlar, yerlerini doldururlardı. Çocuklarını devlete yönetici yetiştirmek, kimi aileler için, kuşaktan kuşağa geçen bir gelenek olmuştu.
Şadapitler’in hemen altında, devlete yaptıkları hizmet ve yetenekleriyle aşağıdan gelerek yükselmiş olan görevliler vardı. Bunlar Tarhan’lardı. Buyruk adı verilen sıradan memurlar ise, kurultaylarda alınan kararları, üst yöneticilerin denetiminde yaşama geçiren uygulamacılardı. Yeterlilik (liyakat) ve deneyim, buyruk memurları için de esastı. Atamalarında kayırma ya da ayrıcalık söz konusu olamazdı. Buyruklar ve diğer tüm devlet görevlileri, atandıkları makamlara göre başka ünvanlar da alırdı. Kağan’ın kardeşine yabgu, vilayetleri yönetenlere şat, kağan’ın soyundan gelen yöneticilere tegin denirdi. Bu yüksek ünvanlardan başka alpaga, tutun gibi başka ünvanlar da vardı.13

Meclisler

Türk toplumunun temelinde, iyi işleyen bir kamu düzeni ve köklü bir hukuk geleneği bulunuyordu. Dönemler arasında adları ve işleyiş biçimleri değişen, ancak sürekli yenilenerek gelişen meclisler, halkın tümünü (kara-budun) temsil eden ve yönetim sisteminin özünü oluşturan kurumlardır. Ön-Türk tarihinin bilinen en eski dönemlerinden beri varlığını sürdüren bu kurumlar, M.Ö.üçbinlerde yetkinleşmiş, en gelişkin biçimine, toy adıyla Göktürkler döneminde ulaşmıştır.14 M.Ö.3-2 bin arasında varlığını sürdüren On-Ok devletinde; “kendisini ulusa adamak, ulusun geleceğini düşünmek ve halkı kutsal saymak” hakanın temel görevleriydi. On-Ok halkının; “hakanı denetleme, uygulamalarının iyi ya da kötü olduğuna karar verme ve onu ödüllendirme” hakları vardı.
Halkın ve yönetenlerin karşılıklı görev ve sorumlulukları kurallaştırılarak, hukuksal bir düzene kavuşturulmuştu. Bu hukukun temelinde, egemenliğin ulusun yetkisinde bulunma anlayışı vardı. Demokrasinin başlangıcını M.Ö.yediyüzlerde ortaya çıkan Grekler’de değil, burada aramak gerekiyordu.15
Türk toplumlarında görülen meclisler, son derece özgündü. Ne On-Ok toplantılarına (forum), ne Göktürklerin meclislerine (toy), ne de bu meclislerin halktan gelen “temsilcilerine” (toygun), çağcılı olan hiçbir devlette rastlanmıyordu. Göktürk toyları, kağanın başkanlığında toplanıyor; o olmadığında, hanedan mensubu olmayan toy üyeleri (aygucu ve ügeler) başkanlık yapıyordu. Bu kişiler ayrıca, başbakan konumundaydılar. Toylar Göktürk toplumunda o denli önemli yere sahiptiler ki, birçok kez kağanın seçilmesi ya da düşürülmesine karar vermişlerdi.16

Kaan Yetkesi

Yasama yetkisine sahip temsili kurumların varlığı ve bu kurumların, yetkisini herhangi bir sınırlamaya bağlı kalmaksızın kullanması; devletin en üstünde yer alan kağanın, yönetim gücünü yeterince kullanamayan etkisiz bir temsilci durumuna düşmesine yol açmazdı. Kağanlar, yetkileri töreyle belirlenen bir tür atanmış görevlilerdi. Halktan büyük saygı görürler ve yasaların (törenin) kendilerine verdiği yetkiyi, tüm budun bireylerinin içten desteğiyle özgürce kullanırlardı.
Kağanlar ülkeyi, yani töreye göre “ata yadigârı kutsal vatan topraklarını”, dışa karşı korumak; içerde, budun’un “gönenç ve güvenliğini” sağlamak zorundaydılar. O dönemlerdeki başka toplumlarda, özellikle Batı toplumlarında olduğu gibi; ülke topraklarını, serbestçe kullanabileceği mülkleri olarak görmez, bireysel yönetime yönelmez ve isteğe bağlı uygulama yapmazlardı. Milletin görevi kağan’a bakmak değil, tam tersi kağan’ın görevi milleti koruyup onun haklarını gözetmek, doyurmak, ulusal bütünlüğü sağlamak ve ülkeyi her türlü dış saldırıdan korumaktı. Ordunun başında olmak ve ordunun gereksinimlerini sağlamak, halkın gönencini ve yaşam düzeyini yükseltmek, milletin sevgi ve güvenini kazanmak; yönetim sorumluluğunun temel ve vazgeçilmez koşullarıydı.
Kağan’ın yüklendiği görev ve sorumluluk, Orhun Yazıtları’nda, Bilge Kağan’ın ağzından şöyle dile getirilmişti: “Tanrı buyurduğu ve lütfettiği, talih ve kısmetim olduğu için; ölecek milleti diriltip kaldırdım. Çıplak milleti giydirdim, yoksul milleti varsıl ettim, nüfusu az milleti çok ettim. Başka devletler karşısında onları üstün kıldım. Dört bucaktaki milletleri barışa zorunlu kıldım ve düşmanlıktan vazgeçirdim.”17

Halkın Yaşattığı

Halkı ve ulusu temel alan yönetim anlayışı, Osmanlılar’la başlayan ve özellikle Batıyla bütünleşen günümüz yöneticilerine dek gelen uzun süreç sonucunda bugün, hemen tümüyle ortadan kalkmıştır. Ancak, bu anlayış yöneticilerden beklentiler anlamında Türk halkında etkisini hala sürdürmektedir. Devlet yönetiminde ya da partilerde, önder önemlidir; genel başkan, parti programından önce gelir; ülkeyi yönetecek olan hükümete katılanlar değil, o hükümetin başındaki kişinin yani başbakanın kim olduğu önemlidir.
Eski Türkler’de, devlet başkanına verilen yetkiler geniş ve buyruklara uyma sıkıdüzeni (disiplini) yüksekti, ancak sınırsız değildi. Kağan’ın yasaları uygulamada geniş yetkileri vardı ancak yasa yapamazdı. Devletin kutsal bir güce dayandığına inanılmasına karşın, yönetim üzerindeki gerçek denetim, budun (millet) adına karar say ya da toy (meclis) aracılığıyla sağlanırdı; say, kağan’ın istek ve önerisini geri çevirebilir, önemli konulardaki kararlarını durdurabilirdi. Örneğin, Türk tarihinde çok önemli bir yeri olan ve halkı tarafından çok sevilen Bilge Kağan’ın; “Göktürk kentlerinin surlarla çevrilmesi” ve “Budizm propagandasının ülkede yasaklanması” önerileri, toy tarafından kabul edilmemişti.

Yeterlilik

Türkler’de bir kağan ya da bey öldüğünde, oğlu “devlet ya da boy yönetiminde yeterli değilse” onun yerine geçemezdi. Kurultay ya da toy toplanır, yeni bir önder seçerdi. Önder olmak için, siyasi etkinlik yeterli olmazdı. Askeri yetkinlik de çok önemliydi ve bu, olmazsa olmaz bir koşuldu. “Yalnızca, kılıç tutabilen el hükümdar asası tutabilir” sözü eski bir Türk özdeyişiydi.18 M.S.581’de Çinlilerin Talo-pi adını verdiği Göktürk prensinin kağan’lık sırası gelmiş olmasına karşın; “annesi Çinli olduğu için” toy tarafından tanınmamış, yerine “cesur ve kahraman” olduğu için amcası İşbora seçilmişti. Göktürk Kağan’ı İnel, 8.yüzyıl başında, “budun’a karşı görevlerini yerine getirmediği için” tahttan indirilmişti. Toylar, kağanı meşrulaştırdığı gibi, gerekçe göstermek koşuluyla, görevden alabiliyordu.19
Kötü yöneterek halka sert davranan ve devletin geleceğini tehlikeye sokan kağan’lara karşı, toylar önlem almazsa, halk bizzat devreye girer ve yönetimi değiştirmek için eyleme geçerdi. Atasözü haline gelen “il mi yaman, bey mi yaman” özdeyişi, egemenliğin hakanda olmayıp, ilde yani halkta olduğunu gösteren bir tümcedir.20
Göktürk Kağan’ı Kapgan, “halka kötü davrandığı ve toy buna ses çıkarmadığı için”, Bayırku boyu tarafından 716 yılında öldürülmüştü.21 Halkın baskıya yönelen siyasi erk’e karşı tepki gösterme eğilimi, sonraki dönemlerde de varlığını sürdürmüş ve Osmanlıya karşı Türkmen direnişlerinde ve özellikle Batı Anadolu’da yaygın olan zeybek geleneğinde yaşayarak günümüze dek gelmiştir.

Yaşam Biçiminin Sağladığı Eşitlik

Kişisel özgürlüklerle, devletin çıkarları arasında kurulan denge ve bu dengenin topluma verdiği girişim gücü; somut koşulların, gereksinimlerin ve ekonomik-siyasi birikimin sonucuydu.
Orta Asya’nın insan sömürüsüne olanak vermeyen ağır yaşam koşulları, toplum varlığını sürdürmek için kamucu anlayışa dayalı devletçiliği, devletçiliğin iyi işlemesi ise bireylerin özgür ve girişimci olmasını gerekli kılıyordu.
Devlet, toplumun azınlığını oluşturan bir sınıfın değil, bir bütün olarak halkın tümünün yani milletin çıkarlarını savunmak zorundaydı. Birey haklarını geniş bir alana yayan bu zorunluluk, kaçınılmaz olarak, yönetim işleyişinin demokratikleşmesine ve katılımcı bir siyasi ortamın oluşmasına yol açıyordu. Türk toplumlarında görülen, devletle bireyin birbiriyle çelişmeyen bütünlüğü, toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanıyordu.

DİPNOTLAR

1              “Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, 3.Cilt, Tekin Yay., 1995, sf.86
2              “Atatürk ve Devrim” Ord.Prof. E.Z.Karal, Zir.Ban.Kül.Yay., Ank.–1980, sf.111
3              a.g.e. sf.112
4              “Türkler’in Tarihi” D.Avcıoğlu, Tekin Yay., 1995, 3.Cilt, sf.1287
5              “Bilge Kağan Yazıtı” Doğu Cephesi 27–30, ak. Prof.Ahmet Taşağıl, Bilim ve Ütopya Dergisi, Şubat 2003, Sayı 104, sf.22
6              “Orhon Yazıtları–Kul Tigin, Bilge Kağan, Tanyukuk” Talat Tekin, Simurg İst.–1995, sf.93
7              “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas. 1996, sf.347
8              a.g.e. sf.347
9              “Türkçülüğün Esasları” Ziya Gökalp, Kum Saati Yay., 2001, sf.169
10           “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas. 1996, sf.348
11           a.g.e. sf.348
12           “Türkler’n KültürKökenleri” Ergun Candar, Sınırötesi Yay., 2002, sf.190
13           a.g.e. sf.348
14           “Türk Milli Kültürü” İbrahim Kafesoğlu, İst.-1984, sf.215, ak; Prof.Dr.Ahmet Taşağıl, Bil.ve Ütop.Dergisi, Şubat 2003, Sayı:104, sf.23
15           “Ön Türk Tarihi” Haluk Tarcan, Kaynak Yay., 1998, sf.237
16           “Göktürler’de İdari ve Sosyal Yapı” Prof.Dr. Ahmet Taşoğıl Bil.ve Ütop.Der., Şubat-2003, Sayı 104, sf.23
17           “Bilge Kağan Yazıtı, Doğu Cephesi” 27–30, ak. Prof. Dr. Ahmet Taşoğıl Bil.ve Ütop.Der., Şubat-2003, sayı 104, sf.22
18           “Tarih II–Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.303
19           Çin Kaynakları SS 84, sf.1865; PS 87, sf.3290; TCTC 175 sf.5449, ak. Prof Dr.Ahmet Taşağıl a.g.d. sf.22
20           “Türkçülüğün Esasları” Z.Gökalp, Kum Saati Yay., 2001, sf.169

21           Çin kaynakları CTS 194 A, sf.5173; HTS 215 A, sf.6049, ak. Prof Dr. Ahmet Taşağıl a.g.d. sf.22

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder