16 Aralık 2013 Pazartesi

KEMALİST KALKINMA-1 (YARATILAN YENİ YÖNTEM)

















“Çin mucizesini” yaratan 1978 yenileşmesinin uyguladığı kalkınma yöntemiyle, Türkiye’de 1923-1938 arasında uygulanan yöntem arasında büyük bir benzerlik vardır. Devletçiliğin belirleyici olduğu, özel girişime yer ve destek veren, yabancı sermayeyi denetleyerek kabul eden, sosyal piyasa ekonomisi denilen karma ekonomi, Türkiye’de Çin’den yarım yüzyıl önce bulunmuş ve uygulanmıştı. Bu gerçeği 6 bölüm olarak yayınlayacağımız “Kemalist Kalkınma Yöntemi” başlıklı araştırmayla ortaya koymaya çalışacağız. Kemalizmi benimseyen benimsemeyen herkesi yazıları incelemeye ve eleştirmeye davet ediyoruz.

 

Yaratılan Yeni Yöntem


Birinci Dünya Savaşından sonra, dünyanın hemen her yerinde, bölgesel ya da uluslararası gerilim ve çatışmalar yaşanırken; Türkiye’de, barış ve bağımsızlık temeli üzerinde yeni bir devlet kuruluyor; toplumsal yapı, sıradışı bir hızla ileriye doğru değiştiriliyordu. Tarihsel özellikler, yerel gelenekler ve bölgesel dengeler gözetilerek; yabancılaşmadan, benzemeye çalışmadan ve bağımlı hale gelmeden, yoksulluktan kurtulmanın, kalkınıp güçlenmenin yol ve yöntemleri araştırılıyor, tartışılıyor ve uygulanıyordu. Ulusal bağımsızlığını elde eden yoksul bir yarı-sömürge ülke, bağımsızlığını koruyarak nasıl kalkınabilir, nasıl gelişkin bir toplum haline gelebilirdi? Bu amaç için, izlenmesi gereken yol ne olmalıydı?
1923’ün dünyasında görünüm şuydu: Bir yanda sömürge sahibi büyük emperyalist ülkeler, diğer yanda yoksul, sömürge ve yarı sömürge ülkeler ve diğer bir yanda ise; kendisine bambaşka bir kurtuluş yolu çizen, yeni Sovyetler Birliği. Sömürgelerde toplumsal kalkınma yönünde yararlanılacak herhangi bir örnek sözkonusu değildi. Tersine, ulusal bağımsızlığa yönelme ve anti-emperyalist mücadele konusunda onlara örnek olunmuştu. Batı, örnek alınabilirdi. Ancak, ekonomik yapı, Batının kapitalist gelişimine hiç uygun değildi. Batılılar, beş yüz yıl önce başladıkları gelişimlerini, sömürgecilikten geçirerek emperyalizme ulaştırmışlar, dünyayı paylaşarak anavatanlarına büyük bir zenginlik taşımışlardı. Emperyalist ilişkilerin geçerli olduğu, dünyanın büyük güçlerce paylaşıldığı bir ortamda, Batı liberalizmiyle kalkınıp güçlenmek artık olası değildi. Liberalizm ömrünü doldurmuş, serbest ticaret işleyişi sona ermişti. Dünya ekonomisine artık tekelcilik egemendi. Buna karşın, Türkiye’de sermaye birikimi oluşmamış, endüstriyel üretim başlamamış, işçi ve işveren sınıfları ortaya çıkmamıştı. Liberalizm, geçerli kalkınma yöntemi olamazdı.
Rusya’da, sosyal gelişimin doğal sonuçlarına değil, savaşın özel koşullarına dayanan bir devrim ortaya çıkmış ve toplumsal yapıyla örtüşmeyen “sosyalist” bir uygulamaya girişilmişti. Rusya, Çarlık yönetiminde, ekonomik olarak yarı-sömürge bir ülkeydi. Feodal, hatta feodalizm öncesi üretim ilişkileri toplumda varlığını sürdürüyordu. Rusya, büyük bir köylü ülkesiydi. Bu yanıyla Türk toplumuna belki biraz benziyordu. Toplam nüfusuna oranla küçük bir işçi sınıfına sahip olması, bu benzerliği ortadan kaldırmıyordu. Rus Devrimi, bütün dünyada, hatta Batı ülkelerinde bile, önemli bir etki yaratmış, sömürge halkları ve Batı’daki işçi sınıfının örgütlü kesimleri için bir umut haline gelmişti. İzlenmesi gereken yol, belki bu yoldu. Zaten bilinen başka bir kalkınma ‘yolu’ da yoktu.
Mustafa Kemal, her iki yolu da Türkiye için uygun görmedi. Toplumsal yapıyla çelişmeyen, ülke gerçeklerine uygun ve dünyayla bütünleşen, yeni bir kalkınma yöntemi bulunmalı, bu yöntem hızla uygulanarak Batı’yla ara kapatılmalıydı. Türk toplumuna acı veren yoksulluk ve gerilikten, “kimseye muhtaç olmadan” hızla kurtulmanın yol ve yöntemi ne olabilirdi? Bu yöntem nasıl uygulanabilir, nasıl başarılı olunabilirdi? Bu tür bir girişimin başarı şansı var mıydı? Varsa, neye ve kime dayanılacaktı?
Bu yolu buldu ve uyguladı; ulusal bağımsızlığına kavuşan, geri kalmış bir ülkenin nasıl kalkınabileceğini gösteren, yeni bir yöntem ortaya çıkardı. Özel girişimciliğe yer veren, ancak kapitalist olmayan; devletçiliği öne çıkaran, ancak sosyalist olmayan ya da her ikisi de olan bir ekonomik kalkınma modeli geliştirilip uyguladı. Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, halkına, kendi gücüne ve ülke kaynaklarına dayalı, ulusal bağımsızlıktan ödün vermeyen bir kalkınma yolu izledi.

Özgünlük

Tümüyle Türkiye’ye özgü olan kalkınma yönteminin temelinde devletçilik vardı ve devletçilik konusunda, çok sayıda açıklama yaptı. Türkiye’nin toplumsal yapısını incelerken, konuyu evrensel boyutta değerlendirdi ve her toplumda geçerli olabilecek özellikler ortaya çıkardı. “Bilim, toplumların büyüklüğünün sırlarını insanlara açmıştır; bu sır, insanların birbirine olan bağlarıdır” diyerek, “bağlılık-solidarité” (toplumsal dayanışma y.n.) kavramına özel önem verdi; “doğal, toplumsal ve ekonomik (tabii, içtimai ve iktisadi)” ilişkiler olarak tanımladığı bağlılık’ın, günceli olduğu kadar geçmişi de ilgilendiren bir olgu olduğunu ileri sürdü.1 Eşitlikçi anlayışıyla, “eğer bir yerde, insanın insana karşı bir borcu varsa, bütün borçlar gibi bunun da ödenmesi gerekir” dedi ve gelişme isteğini, insanlar arasında eşitlik sağlama amacıyla bütünleştirdi. Türk toplumunun paylaşımcı yapısına oturttuğu kalkınma programı, yalnızca ulusal değil, evrensel boyutlu ve son derece insancıldı.2
Ona göre; “gelişmenin amacı, insanları birbirine benzetmektir.”3 Oysa, “insanlar birbirine bağlı ve birbirine yardımcı oldukları halde, geçmişin ve günümüzün nimetlerinden aynı ölçüde yararlanamamış ve yararlanamamaktadır.”4 Buna karşın, “dünya birliğe doğru yürümektedir; insanlar arasında sınıf, derece, ahlak, giyim kuşam, dil, ölçü farkı giderek azalmaktadır. Tarih, yaşam kavgasının; ırk, din, kültür (hars) ve eğitim yabancılaşmaları arasında olduğunu gösterir... Düşünce olarak aldığımız bağlılık (solidarité) kuramının gereklerini, uygulamada, toplumsal kazanımlar (içtimai teminler) adı altında toplamak mümkündür. Bu toplumsal kazanımlara, devlet sosyalistliğine yaklaşarak varılabilir. Bu yol, kanun yoludur. Örneğin; İş kanunu, şehirlerin ve işyerlerinin sağlık koruma kanunu, bulaşıcı hastalıklara karşı koruma kanunu, işçilerin yaşlılık ve kazalara karşı sigorta kanunu, hasta ve yoksul yaşlılara zorunlu yardım kanunu, çiftçi sandıkları kanunu, ucuz konut yapılması kanunu, okullarda, öğrencilerin yararlanacağı kooperatif açılması, bu gibi kuruluşlara devlet bütçesinden yardım. Bu ve buna benzer konular için yasalar çıkarılır ve uygulanır. Bağlılık kuramı bu toplumsal önlemlerle sağlanmış olur... Başkasına yapılan iyilik, bize de iyiliktir; başkasına olan kötülük, bize de kötülüktür. Bu nedenle iyiliği sevmek, kötülükten kaçınmak gerekir. Yaptığımız işler, çevremizde sevinçler ya da acılar halinde yankılar uyandırır. Bu durum bize bir vicdan görevi yükler. Bağlılık, bizi başkaları için hoşgörülü yapar. Çünkü, başkalarının kusurları, genellikle, bizim de istemeyerek suçlu olduğumuzu gösterir. Sonuç olarak, bağlılık, ‘herkes kendi için’ yerine, ‘herkes herkes için’ düşüncesini koyar. Bu düşünce; toplumsaldır, millîdir, geniş ve yüksek anlamıyla insanîdir.”5

Tarih Bilinci

Kalkınma yöntemi konusunda yaptığı saptama ve uygulamalar, ekonomi dahil, geniş bir araştırmanın ve kültürel birikimin ürünüydü. Türk tarihini olduğu kadar Batı tarihini de incelemişti. Toplumsal gelişimin bağlı olduğu evrensel kuralların, Türk toplumuna uyarlanmasında yüksek yetenek gösteriyor; bilimsel ve özgün uygulama yöntemleri geliştiriyordu. Büyük başarı sağlayan Kemalist Kalkınma Yöntemi, bu yeteneğin ürünüydü.
Batı emperyalizmi ve onun alt evresi kapitalist sömürgecilik, kapitalist uluslaşmanın da tarihini oluşturan 400 yıllık bir dönemi kapsar. Bu dönemin başında ise, Batı Avrupa ülkelerinin gelişmelerini borçlu oldukları, ekonomik ulusçuluk ya da devletçilik anlamına gelen merkantilizm vardır. Sanayileşen ülkelerde, geçmişte deliksiz olarak uygulanan merkantilist sistem; devletçilik, korumacılık, sanayicilik ve ulusçuluk üzerinde yükselen bir uygulamalar bütünüydü ve Batılı devletler, merkantilist devletçilikle uluslaşıp gelişmişlerdi.
Denizaşırı ülkelere ulaşarak sömürge elde eden Avrupalılar, anavatanlarına taşıdıkları servetle, büyük boyutlu bir sermaye birikimi sağlamışlardı. Kapitalist gelişmenin itici gücü, sömürgelerden taşınan bu birikimdi. Sermaye birikimi kapitalist üretimi, kapitalist üretim de sermaye birikimini geliştirdi. Üretilen mallar, önce her ülkenin kendi ulusal pazarına, daha sonra ulusal pazar aracılığıyla sömürgelere sunuldu. Ulusal pazarla sömürgeler, gümrük duvarları ve ordularla, ekonomik-askeri koruma altına alındı. Batı’da görülen kapitalist uluslaşma böyle oluştu. Birbirine bağlı, ikili ters bir süreç olarak; sömürgeci ülkeler uluslaşırken, sömürge ülkeler ulusal değerlerini yitirdiler.
Sömürge ve yarı-sömürgelerde, gelir kaynaklarına el konulması, üretime yönlendirilecek sermaye birikiminin oluşmasına izin vermiyordu. Sömürge halklarının içine düştüğü açmaz; üretimsizliği, yoksulluğu ve geriliği doğuruyordu. Üretip satacağı mal’ı olmadığı için, pazar’a gereksinimi olmuyor, pazar’a gereksinimi olmadığı için de ulusal bir pazar oluşmuyordu. Bu durumun doğal sonucu ise, sömürge toplumlarının uluslaşamaması oluyordu.

Osmanlı’da Durum

Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya savaşı sonuna dek askeri işgal altına alınamamıştı; görünüşte bağımsız bir siyasi yapıya sahipti. Ancak, Tanzimat uygulamalarıyla, Batılılaşma adına, gerçekte bir yarı sömürge haline getirilmişti. Ağır borç yükü altında eziliyor, kendi kararını kendi veremiyordu. Üretimi yok olduğu için, ulusal sanayi gelişmiyor, buna bağlı olarak, ulusal pazar ve ulus devlet yapılanması oluşmuyordu. Osmanlı İmparatorluğu, askeri değil, siyasi ve ekonomik işgal altına alınmıştı. Bu örtülü işgal, onun yıkılmasına neden olmuştu.
Türkiye için saptanacak kalkınma yöntemi; Osmanlı İmparatorluğu’nun düştüğü duruma izin vermemeli, her alanda tam bağımsızlığı temel almalı ve Türk toplumunun özelliklerine uygun olmalıydı. Başkasından yardım umma yanlışına düşülmemeli; gerçekçi, korumacı ve kendi gücüne dayalı olmalıydı. Kamu gücünü, kişisel girişim serbestliğiyle birlikte güçlendirmeli, ekonomik gelişmeyi sürekliliği olan, planlanmış bir düzen haline getirmeliydi. Başka ülkelerdeki uygulamalardan yararlanılmalı, ancak öykünmeci (taklitçi) yaklaşımlardan kaçınılmalıydı.

Özgün ve Evrensel

Ne liberalizm ne de kollektivizmin belirleyici olduğu, özgün bir modeli uygulayıp yaşatmak mümkün müydü? Bu yol, geniş köylü yığınlarının ve ulusal ekonominin gücünü arttırıp, toplumsal ilerlemeyi sağlayabilir miydi? Hem “sağdan” hem “soldan” bu soruya olumsuz yanıtlar geldi. Ancak, bu yöntemi kararlılıkla uyguladı ve şaşırtıcı başarılar elde etti. Uygulamalar, benzer konumdaki birçok ülkeyi, değişik oranlarda etkiledi.
Profesör Mustafa Aysan, “Atatürk’ün Ekonomi Politikası” adlı yapıtında; Kemalist uygulamaların, “bağımsızlık, ordu yönetimi, uluslararası politika, demokratik düzenin kurulması ve sürdürülmesi” alanlarında olduğu kadar, ekonomik kalkınma yönteminde de, “dünyanın kalkınmakta olan ülkelerine” örnek olduğunu söyler. Aysan’a göre; bu örneğin dünyaya yayılması, insanlığa gelişim yolunda büyük zaman kazandıracak ve kaynakların daha verimli ve üretken kullanımını sağlayacaktır.6
Ünlü Fransız hukukçu ve siyaset bilimci Prof. Maurice Duverger de aynı kanıdadır. “Le Kemalizme” adlı yapıtında (1963) şöyle söyler: “Kemalizm, Moskova ve Pekin’in etkisinde kalmamış azgelişmiş ülkelerde, doğrudan ya da dolaylı çok yönlü sonuçlar uyandırmıştır. Kemalizm, Kuzey Amerika (ABD) ve Batı Avrupa rejimlerinde bulunmayan nitelikleriyle, Marksizmin gerçekten alternatifidir. Marksizm uygulamasına girmek istemeyen ülkeler, Batı demokrasisi karşısında, saptadıkları yetersizliklere çözüm getiren, Kemalist modeli tercih edebilirler.”7
Ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmenin, en az askeri savaş kadar, hatta ondan daha güç bir iş olduğunu biliyordu. Kitlelerin örgütsüz ve yoksulluk içinde bulunması; kalkınma için gerekli olan mali kaynak, bilgi birikimi, yetişmiş kadro ve donanımın olmaması, seçilen yoldaki bilinçli kararlılığını etkilemedi. Girişilen mücadeleyle, sosyal ve ekonomik alanda, toplumsal ilerlemeyi sağlayan sıradışı değişim ve dönüşümler gerçekleştirildi. Ulusal Kurtuluş Savaş’ında olduğu gibi, az gelişmiş dünya uluslarının, bağımsızlıklarına kavuştuklarında kalkınmak için izleyecekleri yol konusunda da, evrensel bir örnek oluşturuldu. Türk Devrimi, dünyanın emperyalist devletler tarafından paylaşıldığı ve aralarındaki pazar çatışmalarının aralıksız sürdüğü bir dünyada, ulusal bağımsızlığın korunarak nasıl kalkınılacağını gösteren, ilk uygulama oldu.
Uygulamanın başarılı olup olmadığını belirleyecek en iyi ölçüt elbette, gerçekleştirilen sosyal ve ekonomik dönüşümlerin somut sonuçlarıdır. Yapılan işlerin tarihsel ve sosyal anlamını; kendisi şu sözlerle dile getirmişti. “Biz büyük bir devrimi gerçekleştirdik. Ülkeyi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eskimiş kurumu yıktık”8 ya da; “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke. Her çeşit düşmanla kanlı boğuşmalar. Yıllarca süren savaş. Ondan sonra içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni bir vatan, yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için sürekli devrimler.”9

DİPNOTLAR

1                “Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazmaları” Prof. Dr.A.Afet İnan, TTK, 2.Baskı, Ank.-1988, sf. 71
2               a.g.e. sf. 71
3               a.g.e. sf. 72
4               a.g.e. sf. 72
5               a.g.e. sf. 73
6               “Atatürk’ün Ekonomi Politikası” Prof.Mustafa A.Aysan, Top.Dön. Yay., 6.Baskı, İst.-2000,
7               a.g.e. sf.42-43
8               “Kurtuluş ve Sonrası” A.Doğan, 1925, sf. 165; ak. Hüseyin Cevizoğlu “Atatürkçülük” Ufuk Ajans Yay., No:4, sf. 62

9               “Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi” B.Kuruç, Bilgi Yay., 1987, sf. 18

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder